29 Aralık 2010 Çarşamba

YENİ YIL KUTLAMALARI


Eski yıla veda ederken, yeni yılda ve gelecek yıllarda sağlık ve mutluluklar dilerim.


      Her yeni yılı, yeni umutlarla karşılıyoruz. Hep bir yıl öncesinden daha iyi ve güzel olmasını istiyoruz. Ne yazık ki çoğunlukla da umut yorgunluğu ya da umut kırgınlığı yaşıyoruz. Ben iki bin yılına girerken, o kadar heyecanlı, o kadar umutluydum ki. İki binli yılarda insanlar daha bir barış içinde, daha bir refah düzeyinde ve daha da mutlu olacak umudundaydım. Ne yazık ki bir önceki yüzyılı arar olduk neredeyse. 'Nerede insanlık, nerede dostluk ve arkadaşlık?' sözlerini hemen her an yineler olduk...

      Her bayram büyüklerimiz, "Nerede o eski bayramlar?" derler. Bizim kuşak da "Nerede çocukluğumuzun bayramları," der. Şimdi ben de anımsayabildiğim kadar çocukluk yıllarıma giderek, atmışlı yılardan doksanlı yıllara, "Yen Yıl Kutlamaları"nı yazmaya çalışacağım.

      Günler günler önce yeni yıl kutlama kartları seçilip satın alınırdı. Kartlar gönderilecek dostların, arkadaşların yaşları ve durumlarına göre seçilirdi. Yaşlılara tonton, yaşlı karı koca resimli kartlar, genç evlilere aile resimli kartlar, sevgililere genç erkek, genç kız resimli kartlar. Çocuklara kar manzaralı, Neol Babalı kartlar. Gençler arasında, sevdikleri sanatçı fotoğraflı kartlardı. Yıl başı ertesi günlerde kime kaç kart geldi, kaç kart gönderdi, adeta yarışma konusuydu.

      Yine günler öncesinden bankalar, bastırdıkları duvar takvimlerini, hesap sahiplerine hediye ederlerdi. Bir arkadaşımda gördüğüm duvar takvimini alabilmek için anneme o bankada hesap açtırdığımı anımsıyorum. İş Bankası takvimlerinde çok güzel tarihi tablo resimleri olurdu. Sümerbank takvimlerinde de minyatür resimler.

      Bugünkü gibi dışarıda yıl başı geçirme geleneği yoktu. Geçirilecek mekanlar da  pek yoktu. Evlerde ailecek ya da dostlarla birlikte girilirdi yeni yıla. Sabahtan anneler yemek hazırlığına başlardı. Duruma göre hindi, tavuk yemekleri yapılır, içli pilav mutlaka olurdu. Tatlılar, meyveler, çerezler hazılanırdı. Mutlaka mısır patlatılır, soba üzerinde kestane pişiririlirdi.

      Televizyonun olmadığı zamanları hayal meyal anımsıyorum. Ahşap kutularda lambalı radyolarımız vardı. Orhan Boran, Halit Kıvanç'ın sunduğu yılbaşı programları dinlenirdi. Türkülerle başlar, gece ilerledikçe Türk sanat müziğinin en güzel şarkıları çalınırdı. Saat, 24.00 olduğunda kutlamalar ve milli piyango çekilişi heyecanla beklenirdi. Büyük ikramiye çıkan numara beklenir, 'Tüh be! Bize çıkmadı,' sözleri ile yılbaşı gecesi sona ererdi.

       O günlerin en büyük yıl başı eğlencesi tombalayı unutmamak gerek. Heyecanla sayılar takip edilir; ben tombala dedim, sen dedin kahkaları ile zamanın nasıl geçtiği anlaşılmazdı.

      Yetmişli yılarda televizyonlar evlerimize girdi. Tombalalar tarihe karışmadı ama az oynanır oldu. Televizyon programları günler önce öğrenilir, yılbaşı yemeği program başlamadan yenir, televizyonun karşısına geçilirdi. Siyah beyaz tek kanallı TRT. Son yıllarda, 'Nerde o eski televizyon pragramları,' dendiğine göre, beğenilirmiş demek.

      Seksenli yıllarda her yılbaşı, 'Oryantal danscı (o günlerdeki adı dansöz) çıkacak mı, çıkmayacak mı?' tartışmaları alır başını giderdi. Saatler 24.00'ü vurdugunda Türk sanat müziğinin güneşi Zeki Müren, olmazsa olmazlar arasındaydı. Yılın sevilen şarkısıyla yeni yıla merhaba denirdi.

     Doksanlı yıllar mı? Hiçbir şey anımsayamıyorum. Demek ki bir iz bırakmamış...

      İkibinli yıllardan on yılı geride bıraktık.Değerlerin altüst olduğu,insanların çılgınca tüketiçi olduğu yıllar derim.Çılgınca tüketmek maddeyi, sevgiyi, hemen herşey...Bunca acıya,bunca umutsuzluğa, bunca kargaşaya rağmen eğlenmeye haketti mi?...komşumuz aç yatarken ;tıksırıncaya, patlayıncaya yemek içmek ...
 Bence yok...Ayranımız yok içmeye ......gitmeyelim lütfen....

Arzu Sarıyer

27 Aralık 2010 Pazartesi

SIRADA NE VAR?...


27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e "Paşam seni Görmeye Geldik, bu Vatan Uğruna ölmeye Geldik" diyerek Cumhuriyetin Temelinde onlar vardı.Onlar gerçek,onlar  bir tarih Onlar ANKARA SEYMENLERİ..


   YASAK!....

 Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 91. yıldönümü kutlamalarındaki etkinlikler kapsamında yer alan "seğmen alayı yürüyüşü" yasaklandı.

Kutlamalara önceki gün başlayan Seymenler, Ankara Kulübü'ndeki sergi sırasında Ankara Valiliği'ne, yasak nedeniyle tepki gösterdi.
Atatürk’ün Milli Mücadeleyi başlatmak amacıyla Ankara’ya gelişinin 91. yılı bugün çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Kutlamalar Atatürk’ün 1919 yılında Dikmen Keklikpınarı’nda Seymenler tarafından karşılandığı noktada başlayacak. Daha sonra her yıl düzenlenen Atatürk Koşusu yapılacak. Ancak kutlamalar kapsamında 1932 yılından bu yana her yıl yapılan Seymen Alayı yürüyüşü bu yıl yapılmayacak. Konuya ilişkin yasak Ankara Valiliği’nce 10 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan genelgeyle getirildi. Genelgede, başkentte gerçekleştirilen milli ve mahalli kutlamaların icrasında “Ankara halkının günlük yaşamında herhangi bir mağduriyet yaratılmaması ve genel hayatı olumsuz etkilememesi hiç kuşku yoktur ki esas olandır” ifadesine yer verildi. Genelgede, milli, mahalli törenlerinin uygulaması sarasında ana caddelerde genel yaşamı olumsuz etkileyebilecek yaya ve motorize herhangi bir programın uygulamasının yapılamayacağı dile getirildi. Genelgeye göre, Ankara’nın ana caddelerinde yalnızca “Ulusal ve uluslararası nitelikte takvim ve programlara bağlanmış faaliyetlere” izin verilecek, bunun dışında “Gerekçesi ne olursa olsun hiçbir faaliyet programlara alınmayacak.”


Bu haberi ,aylar önce e postayla gelen bir öykü ve yorumu ile paylaşmak istiyorum...
https://groups.yahoo.com/neo/groups/zenecatr/conversations/messages/1104

Deve deyip geçmeyin, Kini çok derindir

İngiliz gazeteci, Sina'da karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:
"Sence lider kimdir?"
Bedevi;
"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?"der.
Gazeteci;
"Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.
Bedevi anlatır;
"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki.
Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.
Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.
Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırın alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.
Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.
Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgarın oluşturduğu kum sağanağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır.
Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:
“Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin?” der.
Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve;
“Peki, başını çadıra sokabilirsin.” diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.
Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır;
“Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.”
Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.
Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır;
Efendi, ne olur,hörgücümü de çadıra sokmama izin ver..”
Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır.
Bu duruma, Bedevi’den önce, deve tepki gösterir;
“Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan.”
* * *
'Lider kimdir?' demiştiniz;
Bu hikâyeyi mesnet alarak cevap vereyim.
“Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."
Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı.
Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.
Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.
Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider olan Ecevit, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.
Sonraki lider Turgut Özal; Zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.
Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokolünün liste başındaydılar.
Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgâr gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.
Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.
Recep Tayyip Erdoğan’la devenin hörgücüde artık çadırın içine girmiştir…

Özetle;
Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra yavaş yavaş girmesine izin verdiler.
İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler.
Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:
1) Türkiye; '10Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 72 yıl geçirmiştir.
2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine “vurmak” üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.
3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası “teokratikleştirilmiştir” ve “teokratikleştirilmektedir”.
4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 87 yıl süren bir “Karşı devrim” ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.
Son söz:

"Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir."
"Deve” deyip geçmeyin; kini çok derindir.
Sizi çadırın dışına atacak kadar.
* * *

25 Aralık 2010 Cumartesi

İSMET İNÖNÜ

Atatürk'ün en yakın silah ve dava arkadaşı,Lozan Kahramanı,İkinci Cumhurbaşanımız İsmet İnönü'yü  ölümünün 37. yılında saygı ve özlemle anıyoruz...

_"Ulusun makus talihini yenen",Kurtuluş Savaşımızın büyük komutanı.
_Lozan Kahramanı
_İlk Başbakanımız
_İkinci Cumhurbakanımız
_İkinci dünya Savaşı ateş çemberine tüm güçüyle direnen,halkını ateşe atmayan.
_Çok partili sisteme geçebilen demokrasıye inanmış bir lider.
_Türk Halkına, yaşantısının her anında örnek aile reisi, eş, baba olabilen.
_Türk Halkının gönlünde İsmet Paşa olarak yaşayan.

Kısaca sıraladığım bu özellikler ölümünün37.yıl dönümünde anılmaya ,saygı duyulmaya yeterli midir?....
Görüyorum ve izliyorum bulamıyorum,ne bir söz ne bir ses...Toplum belleği nerede,vefa,değer bilirlik nerede?
Bunları sorgularken iki anımı paylaşmak istiyorum:
_25 aralık1973 lise öğrencisi olduğum yıllar...Günler önce İsmet paşanın hastalık haberlerini alıyoruz.Dua ediyoruz iyiyileşsin, Sevgili eşi Mevhibe Hanım'la elle çekilmiş fotoğraflarını gazetelerde görmek istiyoruz. Dualarımız kabul olmadı ,her canlı gibi ölüm O'nu buldu. Sarsıldık tabii, yakıştıramaduk. Cumhuriyet tarihimizin yakın tanığı, aktörü bu dünyadan göç etmişti. 27 aralık 1973 sabah okuldayız, sıradan bir okul sabahı değil bu. Sınıflara alınmıyoruz, bahçede bekleliyoruz.Okul müdürümüz, öğretmenlerimiz, hizmetliler telaş içindeler.Oradan oraya koşuşturuyorlar ,bir hazırlık telaşı...O hazırlık İsmet Paşamızın cenaze törenini ; merdiven başına yerleştirdikleri , elli yedi ekran televizyondan naklen izletme için olduğunu anlamakta geçikmiyoruz.O yıllarda siyah beyaz televizyon hayatımıza yeni girmiş ama herkesin evine henüz girmemişti .Bizim evde de yoktu. Okulum bunu yapmazaydı ben de izleyemeyecektim. Düşünebiliyor musunuz onbeş basamaklı merdiven başında elli yedi ekrandan altı ,yedi yüz öğrenci ve öğretmen naklen İkinci Adam İsmet İnönü'nün cenaze törenini naklen izliyor. Kolay silinir mi bu belleklerden?....

_Üç ay önce sağlık ocağındayım,aile hekimimiz o anda yok.Başka bir doktora yönlendirdiler.Girdim ilk kez gördüğün genç bay doktorun odasına.Kimliğimi verdim, bir yüzüme bir de kimlikteki fotoğrafa baktı.Sanki anlımda yazıyormuş gibi "siz öğretmen misiniz,müzik öğretmeni misiniz?" Öğretmen olduğumda yanılmamıştı ama branşımı kestirememişti. Uzatmadan" tarih öğretmeniyim" dedim. Sorduğu soruya bakar mısınız "Hocam,İsmet Paşa Fransızca bilmediği halde neden Lozan'a gitmiş"  Acı bir tebessümle gülümsedim"çok mu önemli" diye karşı soru yönelttim  .Israrla bir kaç kez tekrarladı. Bu masum ,sıradan bilinmeyeni sormak değildi. Burada küçümseyerek ,tarihi sorgulamak vardı. Fransızca bilip bilmemesinin önemli olmadığını ,önemli olan"halkı dilinde çetin ceviz olması" dik duruşlu bir diplomat almasından söz ederek savundum.O söylemesede ben anlamıştım ,Dr Rıza Nur diyecekti...O söyleyemeden ben Fransızca bilen Dr Rıza Nur'un marifetlerini kısaca söyeyip ayrıldım....
 Not:İsmet İnönü Fransızca biliyordu,ancak Lozan Konfesansında diplomaside konuşacak kadar yeterli değildi. İlerlemiş yaşında Fransızcasını geliştirdiğini anımsatmak isterim...
Arzu

23 Aralık 2010 Perşembe

KARANLIKTA BİR IŞIK:KUBİLAY

                                                    
       Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir'in Menemen İlçesi'nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında. 23 Aralık 1930 günü yürekleri kara, kara eller  O'nu şehit etmekle ,ışığını kararttıklarını sandılar....


       Kubilay bir devrim şehididir. Atatürk devrimlerinin,Cumhuriyet  Devrimlerinin  ilk şehidi...Savaşlardan ,hukuksuzluğa,yoksunluktan karşı devrimciliğe, yitirdiğimiz gençlerden ilkidir. Bunu tarihin çarklarını geri cevirmeye , aldanış rüzgarlarını bu topraklarda üfürmeye çalışanlar nereden bilsin. Şimdi yolumuzu Kubilay'lar aydınlatıyor desek yobazı , döneği  inanamaz ki. Karanlıkta el yordamıyla yol almak varken ışığını nereden görebilsin...

          Kubilay'lar karanlıkta bir ışık olarak yolumuzu aydınlatıyorlar, aydınlatmaya da devam edecekler. Işıktan korkan yarasalar kendi karanlıklarında tarihin çarklarını döndüremiyeceklerdir....

          Kubilay ,kanlı, karanlık bir gecenin ilk yıldızıydı. Tek başınaydı. Oysa yıldızlar  tek başına ışımazlar. Yalnız değillerdir , binlerce  ,yüzbinlerce ,milyonlarcadır..Bazen görünmezler ama oradadırlar…ışık… ışık…



KUBİLAY DESTANI


- Kubilay ve iki bekçinin anısına -

23 Aralık 1930'dur,

Gece yeşilimsi,

Dağlar ak,

Bir altın çizgi gibi yerle gök,

Gün doğdu doğacak.

Don yoktur ama donmuştur sanki

Sarı yapraklarla kış kocaman bir yüz

Tarla çizgileri ile bir kilim işte

Menemen ovası dümdüz.

Yalancı Mehdi Derviş Mehmet,

Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi,

Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere

Yılan uykusu gibi.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,

Bir çınar dalı gibi yere.

Sarktı yakasından anasından gelmiş

Mavi çiçek mor çiçek bir çevre.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi

Bir söğüt dalı gibi yere,

Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken,

Sonsuzluğa ere ere.

Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,

Bir zeytin dalı gibi yere,

Düştü cebinden bir kitap,

Açıldı göklere…

Fazıl Hüsnü Dağlarca

( 1914 - 2008 )

13 Aralık 2010 Pazartesi

TÜRKAN SAYLAN


13 Aralık, ömrünü cehaletin karanlığını yenmeye, Anadolu'dan cüzzam illetini silmeye, Ülkemizin her yerinde kardelenlerin açmasını sağlamaya adamış Prof.Dr. Türkan Saylan'ın 75.Doğum Günü...Özlemle,saygıyla anıyoruz ve arıyoruz...



TÜRKAN SAYLAN'A   ZÜLFÜ LİVANELİ

Doğu’da bir köy gördüm

dağların arasında,

öyle mahzun,çaresiz,

kalakalmış.

Çıplak kavakları bile

hüzünlü kalemler gibi

kara saplanmış.

Köyün ortasında bir okul

Ve tezek sobasıyla

ısınmaya çalışan çocuklar.

Bir bıcırık kız,

Yanında bir karamuk oğlan.

Buz gibi elleri

Ama gözleri ahu,

gözleri ceylan.

Adın ne dedim kıza

Dedi: Benim adım Türkan.

Oğlan ekledi: Benimki de Saylan.

Dedim;

Dayan yüreğim dayan.

Madem ki bu çocuklar Türkan

Madem ki bu çocuklar Saylan

Gelecek onlarındır,

gerisi yalan

Değişir bu düzen

Döner bu devran.

**************

ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ GENEL MERKEZİ VE TÜM ŞUBELERİNDEN


TÜRKAN SAYLAN, ÜLKEMİZE VE İNSANLIĞA BİR ARMAĞANDIR

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN TÜRKAN SAYLAN!



Adım Türkan, soyadım Saylan,

...... Bugün benim doğum günüm. 13 Aralık 1935’te dünyaya geldim. Yaşamım boyunca Cumhuriyet’in temel değerlerine sıkı sıkıya bağlı kaldım. Mustafa Kemal Atatürk’e hayranlığım, onu tanıdıkça arttı. İlkelerini yürekten benimsedim: Ülkemiz insanının “çağdaş uygarlık” düzeyinin gerektirdiği her şeye sahip olması için bir yurttaş olarak payıma düşeni eksiksiz yerine getirmeye çalıştım. Bunu yaparken sorunlarla karşılaştıkça, Atatürk’ü örnek alarak, onlara çağın ve günün koşullarına uygun özgün çözümler ürettim.

Adım Türkan, soyadım Saylan,

Şair Nâzım Hikmet’in dediği gibi yaşamı ciddiye aldım. Büyük bir ciddiyetle yaşadım. Yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemedim. Gerekti, laboratuvarda sabahladım; gerekti, hastalarımın başında bekledim…

Kızlarımız okusun, kadınlarımız erkeklerle eşit yurttaşlar olarak yaşama katılsın, gençlerimiz özgürce kendini geliştirsin, sanatın her dalının yarattığı güzellikten herkes nasibini alsın istedim. İnsanlar arasında din, dil, etnik köken gibi hiçbir konuda, hiçbir ayrım yapmadım. Bana ihtiyacı olan herkese destek oldum.

Adım Türkan, soyadım Saylan,

Bütün bu saydıklarımı yaparken hiç kimse, beni hiçbir şeye zorlamadı. Ölümden korkmadım, yaşamaktan da… Yaşamım boyunca tek kaygım, yapmaya çalıştığım işlerin yarım kalması oldu.

Evimin aranmasından çok, yol arkadaşlarımın karşılaştığı haksızlıklardan incindim. Çok hasta olduğum halde, sırf bu yüzden, kendimi yaşamaya zorladım.

İnsanları, hayvanları, güneşi, rüzgârı, yağmuru, karı çok sevdim.

Kısacası dostlar bilimden, sanattan, insandan yana olan ben, gericiliğin, bağnazlığın bütün saldırılarına karşın yoksulluğa ve cehalete karşı, insanlık için insanca direndim.

Yaptıklarımdan onur duyuyorum.

Mutlu yaşadım, mutlu öldüm!

Güzel amaçlı yol arkadaşlarım! Siz beni iyi dinleyin yine de…

Önerim: Benim Mustafa Kemal’i izlediğim gibi, siz de tamamen O’nu ve biraz da beni izleyin!”

5 Aralık 2010 Pazar

5 ARALIK - TÜRK KADINI

Atatürk ve Afet İnan

İlk kadın milletvekillerimizden Satı Kadın


5 aralık 1934 de Atatürk'ün  Ulusa seslenişi:

        "Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve liyakatle kullanacaktır.”ATATÜRK

********************
       Atatürk’ün manevi kızı Profösör Dr Afet İnan 1930 yılında Ankarada Öğretmen okulunda öğretmendir.Atatürk'le birlikte yazmış oldukları Yuttaşlık bilgileri (Medeni bilgiler) dersi vermektedir.Bir gün demokrasi dersi vermektedir sınıfta.Örnek olması için başkan seçimi konusunu sınıfta uygular. Bir aday kız öğrencidir...Seçim yapılır,sayıma geçilir.Sonuçta kız öğrençi oyların çoğunluğunu alarak başkan seçilir.Seçimi kaybeten erkek öğrençi kalkar itiraz eder.Öğretmenim "Siz bir kız arkadaşımızın aday olmasına izin verdiniz ,sonuçta seçildi. Türkiye'de henüz kadınların seçme ve seçilme hakkı yok ki "der.Evet erkek öğrenci doğru söylüyor.1926 yılında medeni kanun kadın erkek eşitliği getirmişti ama kadınlar seçimlerde oy kulanamıyordu.Afet İnan “haklısınız” der ve sınıfından ayrılır. Çankaya köşküne Atatürk’e koşar,Soluk solugadır,biraz da öfkeli.Tek tek anlatır yaşadığı olayı,sonunda derki :Atatürk’e “ben kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınıcaya kadar o sınıfa gidip ders yapamayacağım.”Atatürk gülerek “üzülme çocuk,bugünlerde bir yasa düzenlenmesi yapılacak!...1930 kadına belediye başkanı ve belediye meclis üyeliğine seçilme ve seçme hakları verilmiştir.1933 de muhtar ve azalar,1934 de milletvekili seçme ve seçilme haklarını kadınlarımız elde etmişlerdir.
***********
        Hemen her konuda kadın erkek eşitliğine önem veren Yüce Atatürk ve Satı Kadın anısını anımsatmak isterim:

Atatürk'le Hatırası

Sait Arif Terzioğlu’nun “Yazılmayan Yönleriyle Atatürk” adlı eserinden alınmıştır.

Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seyirtti, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata'ya uzattı:

- Bir soğuk ayran içer misiniz, dedi.

Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk Anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona:

- Senin kocan kim? diye sormuştu

Köylü kadını,yüzü tunçlaşmış, elleri nasırlı bir Türk Anası Ankara'nın kendine has şivesi ile kocasının Sakarya harbinde boğazından yaralanmış bir cengaver olduğunu söyledi. Ata bir soru daha sordu:

- Ne zaman doğdun?

- 1919'da Atatürk Samsun'a çıktığı zaman doğdum.

Ata, bir an düşündü. Yıl 1934 idi. Kadının bu ifadesine göre 15 yaşında olması lazım gelirdi. Halbuki karşısındaki kadın 25 yaşlarında görünüyordu tekrar sordu:

- Nasıl olur

Evet, nasıl olurdu. Bu Satı Kadın hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin işgal altında geçirdiği acı yılları ima ederek:

- Evet Paşam, ondan evvel yaşamıyordum ki!

Tam 6 çocuklu bu Anadolu kadını 1890 dogumluydu. Kazan köyünün muhtarıydı. Türkiye’deki ilk kadın muhtardı.

-Babam Kara Mehmet’lerden. Kazan’ın muhtarlık mühürü bana ondan miras kaldı. Sizi görmek fırsatını bize bahşettiğiniz için bahtiyarlık duyuyoruz Paşam.

-Peki kadınların da erkekler gibi çalışıp çalışıp çeşitli mevkilere yükselmesi konusunda ne düşünüyorsun?

-Şüphesiz doğrudur. Ve kadınlarımız Cumhuriyet’in mefkuresi altında bunu başarmak azmine sahiptir. Biz kadınlar hedefe yürüyecek ve Cumhuriyet meşalesini her alanda taşıyacağız Paşam.

Mustafa Kemal bu yanıttan son derece memnun olmuştu. Bu konuşma onu bir hayli düşündürdü. Ayrılırken yaverine kadının ismini ve adresini not ettirdi.

Satı Kadın niçin milletvekili seçildiğini bilmiyordu. Ama Mustafa Kemal onu neden seçtiğini bilecekti. Çünkü kurduğu Cumhuriyet’in temelinde bu ülkenin kadınların da olduğunu biliyordu. Seçmek ve seçilmek onların da haklarıydı. 1923’te İzmir’de yaptığı konuşmasında diyorduki: “Şuna inanmak lazımdır ki, dünya yüzünde gördüğünüz her şey kadının eseridir.”

**********
        Milletlerin kalkınmışlık düzeyini ölçmek için kadının siyasal ,sosyal,kültürel ve ekonomik hayattaki konumuna bakmak gerekiyor.

       Kadın,hep idareci,toparlayıcı, hayatın en kötü şartlarına karşı yaşama hazırlıklıdır,savaşandır.Geniş yürekli ve iyimserdir. Birçok şeye aynı anda yetişebilir. İnatçı,ne istediğini bilen ve doğru hedeften şaşmayandır.Kadın eli deydiğinde her alanda her şeyin çok farklı boyutlarda değerlendirileceğini ,güzel ,iyi ve uygun olanın gerçekleşeceğine biliyor ve inanıyorum.

      Kadın kadınların sorunlarını ve ihtiyaçlarını en iyi bilendir.Bunun için de siyaset yapmalıdır...Seçmeli,seçilmelidir...

Arzu