30 Aralık 2009 Çarşamba

YIL BAŞI VE MİLLİ PİYANGO



Yılbaşı çiçeğim. Her aralık ayı başında toplu iğne başı kadar tomurcuk verir. Günbegün o tomucuklar büyür, büyür. Yılbaşı haftasında inanılmaz güzellikte açar. Yeni yılınızı bu güzel yılbaşı çiceğimle kutlarım.Nice sağlıklı, mutlu yıllar...


****************


       Yeni yıl, yeni umutlar demek, yeni umutlar, sağlık, mutluluk... Hep mucizeler beklenir yeni yıldan.  Eski yılın bittiği dakikalarda, geçen yıl umut ettiklerimizin çoğu gerçekleşmemiştir. Ne sağlığımız daha iyidir, ne de mutluğumuz. Umutlar, umutlar sürer gider, günler, yılar boyunca...
       İnsanların maddesel umutları hiç bitmez. Hangi yaşata olursak olalım, hep birşeylere sahip olmak isteriz. Bu çocuklığumuzda belki bir oyuncak, belki bir bisiklet, belki yeni giysiler olur.Çocuklarıma küçükken sorduğumda dükkandaki tüm çikolataları almak isteriz derlerdi.Şimdi araba istiyorlar.daha iler ki yaşlarda ev isteyecekler..
      "Hayeller ve umutlar," bu iki kavaramı aynı görmemek  gerek diye düşünüyorum. Hayaller sınırsız, o sınırsız hayallerden bazılarını gerçekleştirme isteğimiz umut olmalı diye düşünüyorum.
       Her yılbaşı, yurdumuz insanlarında milli piyango çekilişi hayalleri vardır. Bilet alan hemen herkes en büyük ikramiyenin kendisine çıkmasını hayal eder. Ben edemiyorum, yaşantımda tabulaştırdığım bazı olgular vardır. Bunlardan biri de  milli piyango bileti almak ve haylaler kurmak. İnanmıyorum muyum? İnanıyorum  şans oyunlarına. Yakınlarım aldığında  onların hayellerini paylaşıyorum. Kendim alamıyorum. Yetmiş sekiz yılı başından beri. Her yılbaşı, milli piyango bileti çok sevdiğim Hüseyin  Dedeyi anımsatıyor.
       Hüseyin Dede, dedemin en yakın dostu. Dedemle birlikte olduklarında onların anlattığı efe sohbetlerini, savaş öykülerini, dinlemeye doyamazdık. Biz o sohbetlerin gölgesinde büyüdük. Dedem öldükten sonra aynı adı taşıyan Hüseyin Dede, bize dedeliğe devam etti. Öğretmen olmama en çok sevinenlerdendi. Televizyonların tek tük evlere girdiği yıllarda her yılbaşı bizim evde kutlanırdı. Aldığımız milli piyango biletlerini birlikte heyecanla bakardık. Her yıl, bir sonraki yıla devrederdi  umutlarımızı.
       1978 yılına yaklaşıken sanırım onbeş gün vardı. İzmir'e gitmem gerkiyordu. Her İzmir'e gidiş öncesi  olduğu gibi Hüseyin Dedemlere uğradım, bir istekleri var mı, diye? Bir de ne göreyim Hüseyin Dedem hasta, yatıyor yatağında. Geçmiş olsun dilekleri derken, "Ben İzmir'e gidiyorum, bir isteginiz var mı? " dedim. Yarı feri kaçmış  gözleriyle bir bana baktı bir kızına. Biraz düşündü kızına, "Kızım pantalonumu getirir misin?" dedi. Aysel ablam koşarak gitti, döndüğünde elinde babasının pantolonu vardı. Babasına uzattı. Hüseyin Dede, titreyen parmaklarıyla para cüzdanını çıkardı, çekti kağıt parayı. Biz merakla bekliyoruz ne isteyecek diye. Parayı bana uzattırken, "Bana İzmir'den yılbaşı özel çekilişi için Milli Piyango bileti al. Duyduğuma göre büyük şehirlerden bilet alınırsa, şansı bol oluyormuş." İlk kez bilet istiyordu. Başka da birşey istemedi.
       Gittim İzmir'e kendi işlerimden önce Hüseyin Dedemin istediği biletleri aldım. Özenle sakladım. İşlerim üç beş gün sürdü. Döndüm. İlk yapacağım  iş biletleri Hüseyin Dedeme vermek olacaktı. Ama olamadı. Duydum ki dedem hastahaye kaldırılmış, durumu ağırlaşmış. Dünya ile ilişkisini kesmek üzere. Biletlerini  nasıl alsın. Hep iyileşeceğini  ve biletleri  O'na vereceğimi hayal ettim. İyileşemedi. O yılbaşı bizimle olamadı. Günlerce biletleri ailesine veremedim. Hep, "Daha önce dönseydim, yetiştirseydim," düşüncesi, acımı katmerlendirdi. O'nun o yaşata, hasta halinde hayalleri, umutları  beni sevindirirken, biletlerini görememesi çok üzdü. O yıldan beri ne bilet alıyorum ne de hayalini kuruyorum.
       Hayeller ve umutlar hep var olsun, onlar var olduğu sürece yaşayabiliyoruz.


30 Aralık 2009
Arzu Sarıyer

19 Aralık 2009 Cumartesi

TÜRK MALI

 
   “Yerli Malları Haftası”nın hangi hafta olduğunun, çoğu belleklerden çoktan silinmiş olduğunu düşünürken; birkaç gün önce, okuduğum gazetede dikkatimi çekti, bir belediye başkanının ilanı. Türkiye haritası üzerinde büyük harflerle, “YERLİ MALI KULLAN, İŞÇİN İŞİNDEN OLMASIN!" Gözlerime inanamadım. Tekrar tekrar baktım. Benzer sözleri yakınlarda ne duydum, ne de işittim. İlan, Yerli Malları Haftası kutlaması için verilmiş. Tam adı olmasa da bugünlerde, “Yerli malı kullan,” demek ne kadar önemli, kutladım başkanı. Ucuza gelsin, diye bilmem hangi ülkelerden mal ve hizmet satın almakta yarışan belediyeleri, işadamlarını gördükçe, nasıl kutlamayayım bu ilanı veren; bize, "Üretim, Yatırım, Tüketim Ve Yerli Malları Haftası"nı anımsatan belediye başkanını. Belli ki Atatürk'ün "Türkler, Türk malı alınız, Türk malı kullanınız; Türk parası Türk toprağında kalsın!" sözü tamamen zihinlerden silinmemiş.
       Doksanlı yılların başlarına kadar başta okullar olmak üzere, çeşitli kurum ve kuruluşlarda kutlamalar yapılırdı. Bu kutlamalar gerçek amacına yönelikti. Bugün okullarda olduğu gibi ziyafet sofralarına dönüşmeyen bu haftayı, "Yerli Malları Haftası”nı çocuklarımız çeşitli yiyeceklerin bulunduğu sofra olarak görüyor. Keşke o sofralarda sadece ve sadece yerli üretim yiyecekler olabilseydi. “Coca Cola”yı, “Nestle Çikolata”yı, hamburgeri görmeseydi, bilmeselerdi. Anadolu’nun dört köşesinde yetişen meyveleri, sebzeleri ve onlardan yapılan ürünleri tanıyıp, tadabilselerdi.


1940 yıllarında Yerli malları kullanımını teşvik etmek için hazırlanmış bir Sümerbank reklamı *

       "Üretim, Yatırım, Tüketim Ve Yerli Malları Haftası." Önce üreteceksin sonra tüketeceksin. Tüketirken de tasarrufunu yapacaksın. Ürettiğini çarçur etmeyeceksin. Yarına da saklayacaksın. Anımsayalım bankalar teşvik için bu haftalarda, çelikten kumbaralar hediye ederlerdi. Metal paraları içine atar, sallardık. Çın çın ötmesini zevkle dinlerdik.
       Yerli malları üretim ve tüketim savaşı, Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar. Kurtuluş Savaşı, sadece işgalci güçlere karşı verilmedi. Halkı, yok yoksul bırakan tüm güçlere karşı verildi. 1921 yılına kadar Anadolu’da yiyecek dışında hiçbir şey üretilmiyordu. Toplu iğneden otomobile kadar her şey dışarıdan satın alınıp getiriliyordu. Orta Asya’dan dokuma tezgâhlarıyla gelen halkımız, kendi dokumasını bile dokumaz olmuştu. “Asılacaksan İngiliz sicimiyle asıl,” anlayışı ile İngiliz kumaşlarını kullanıyordu.

         Hıfzı V. Velidedeoğlu anıları diyordu ki:
“1913’te henüz bir ilkokul çocuğu iken, Orta Anadolu’nun tren uğrağı olmayan kasabasında, her gün babamın yanında, başımızda kırmızı bir fes, elimizdeki zembilin içinde çarşıdan taşıdığım yiyeceklerin arasında Rus şekeri; Amerikan unu bulunduğunu ve babamın ayağına ayakkabı; sırtına çamaşır ve giyecek yapmak için Fransız köselesi ve Fransız patiskası, Amerikan bezi; Alman kumaşı ve başını kapamak için Avusturya fesi aradığını çok iyi hatırlıyorum. Babam bunları arıyordu, çünkü bunların Türk malı olanları yoktu. Hepsi dışarıdan geliyordu.”


 Yeni kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi bir karar aldı. Emperyalizme karşı verilen savaşta, savaşan askerlerimiz emperyalizmin ürettiği kumaştan yapılan asker elbisesi giymemeliydi. Bu durumda unutulmaya bırakılmış dokuma tezgâhları tavan aralarından, ardiyelerden çıkarılmalıydı. Çıkarıldı da. İstanbul’da kibar beylerin, kibar bayanların, "kaba," dedikleri özbeöz Türk kumaşları dokundu. Hünerli Anadolu kadınlarının kınalı parmakları dikti Mehmetçiklerimizin asker giysilerini. Askerlerimiz o giysilerle yurdu savundu ve kurtardı. Şehitlerimiz o giysilerle sonsuzluk uykusuna daldı.




1935 - 40 yılları Nazilli de tutum ve yerli malları haftası kutlamaları*
       Cumhuriyetle birlikte, "Milli Ekonomi," oluşturulmalıydı. Askeri başarılar ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, ekonomik başarılar ile taçlandırılmazlarsa bir anlam ifade edemezdi. Savaş ve yokluk yangınından çıkmış Anadolu Halkı, ekonomi işlerinde ben varım diyemezdi. Diyemedi de. İş Atatürk'ün önderliğinde devlete düşüyordu. Devlet ekonomide var olmalıydı. Kendi tüketeceğini üretmeliydi. Bu yüzden Anadolu’da ilk fabrikalar dokumadan şekere, çimentodan demir çeliğe, devlet eliyle kuruldu. İçlerinde biri var ki benim için çok önemli, Sümerbank. Pamuklu, ipekli, yünlü dokuma fabrikalarının adı. Özelikle beni için dediğim, “Nazilli Sümerbank Basma Sanayi Müessesesi" Türkiye’de kurulan ilk basma kumaş fabrikası. 09 Ekim 1937’de Atatürk kendi elleriyle makinelerin düğmesine basmış. Etraf sessiz, sadece makinelerin sesleri duyuluyor. Uzun bir süre bu sesi dinleyen yüce Atatürk, “Bu ses, duyduğum en güzel musiki sesidir," der. Ben o güzel sesin duyulduğu zamanlarda, emek teri kokusunu pamuk kokusuyla karıştırmış bir babanın kızıyım. Pamuk ve emek teri kokusu baba kokusudur bende. Babasının dokuduğu basmaları giyen şanslı çocuklardan biriyim. Ömrüm oldukça baba ve pamuk kokusu burnumdan hiç gitmeyecek.
       Şimdi arıyorum. Önce doğup büyüdüm yerde Nazilli basmalarını, Bursa'da yünlü ve ipekli dokumaları, Adıyaman'da Maraş'ta pamuklu dokumaları arıyorum, yoklar. O en güzel “musiki sesleri,” susturuldu. Binaları geçmişin en güzel anıları ile baş başa, boynu bükük bırakıldı.
       Yerli Malları Haftasında, “Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı!" sözünü anımsayabiliyor muyuz? Anımsadık diyelim, söyleyebiliyor muyuz?


* Fotoğraflar :http://sumerbank.blogspot.com.tr/,  teşekkürler

19 Aralık 2009 Sarayköy
Arzu Sarıyer

18 Aralık 2009 Cuma

YILLAR SONRA


       Birkaç gün önce eski bir öğrencimin liseye giden oğlu Ali ile görüştüm. Bana, “Hocam,” diye hitap ediyor. Otuz yıl önce ablasını daha çok sevdiğimi düşünerek, bu yüzden kıskançlık yaramazlıkları yapan Hasan, ne zaman büyüdün sen? Pırıl pırıl, aydınlık yüzlü iki çocuk yetiştirdin. Geçen yıl kıskanılan ablanın, öğretmen olan kızının düğününde gördüm onları. Üç kardeş, üçünün de öğretmeni olmuştum. Şimdi kırklarını aşmışlar da boylarınca çocuk yetiştirmişler. O çocukları tanımış olmaksa benim için ayrı bir mutluluk. Ali, çok yetenekli ve başarılı bir öğrenci. O'nu dinledikçe gençlerle ilgili umutlarım yeşeriyor. Zaman zaman geçmişime dönüp, ardımda bıraktığım yılları düşünmeden edemiyorum.
       İzmir'deki öğrencilik günleri... O sağ sol çatışmalarının en yoğun yaşandığı günler. Yoğrulup, piştiğimiz yetmiş sekiz kuşağı, kazanları ve fırınları. Staj yaptığımız okullarda öğrenciler bize, “Hocam,” derlerdi. Hep tartışılır, “Hoca mı öğretmenim mi?” diye. Biliyoruz ki ne kadar özen göstersek de ilköğretimde, “Öğretmenim,” liseden sonrası ise, “Hocam,” diye hitap edilir. Bizim hocalarımıza da “Hocaların hocası,” derlerdi. Birbirlerini, “Hocaların hocası geliyor,” diye uyarırlardı. Bizim de pek hoşumuza giderdi. Yıllar sonra, “Öğrencilerimin öğrencileri,” demek o kadar hoşuma gidiyor ki.
       Bir anket için İzmir'in gecekondu semtlerinden bir ilkokula gitmiştim. Çok soğuk bir kışı günü, üstümde kendi ördüğüm bir kazak, onun üstünde de yine kendi ördüğüm mont. Müdürün dikkatle baktığını hissetim ama bana ne söyleyeceği aklımın ucundan bile geçmemişti. “Siz üst üste giyinmişsiniz, üşümüyorsunuz. Bakın, bu çocuklar birini bile zor buluyorlar!” demesin mi? Hiç beklemediğim cümlelerdi bunlar. Bana göre sıradan, ona göre fazladan. Öylesine üzülmüştüm ki sınıflarına girmemiştim o çocukların. Beni sadece bahçede görmüşlerdi.
       Ali'nin babasını ve halalarını okuttuğum köy, öğretmenliğimin ilk yıllarının tanığıydı. Yirmi yılımı doldurup, il merkezine atanıncaya kadar ben hiç bir okulda önlüksüz derse girmemiştim. Öğrencilerimin dikkati, benim giysilerimde olmasın istememiştim. O müdürün sözleri kafamda hep bir çivi olarak çakılı kalmıştı. Aynı köyde çalışırken bir gezi planlamıştık. Gezi öncesi gerekli açıklamaları yapıyordum. Muziplikten hoşlanan ve arkadaşları arasında böyle bilinen öğrencim Cuma, parmak kaldırarak söz istemişti. Söz verdim, gezi planıyla ilgili kafasına takılan bir şeyi soracak sanmıştım. “Hocam geziye giderken şu üstünüzdeki boz elbiseleri giymeyin!” demez mi? Cuma’nın, “Boz,” diye nitelendirdiği ise, özellikle dikkat çekmemek için giyindiğim açık renkli önlüğümdü..
       Şimdi düşündüğümde, bunlar çok küçük ayrıntılar belki. Ama o yıllarda çok önemli konulardı.



18 Aralık 2009 Sarayköy
Arzu Sarıyer