29 Ekim 2010 Cuma

CUMHURİYETİMİZİN 87.YILI


Cumhuriyetimizin 87.yıl dönümünü Kutluyoruz. Kimler; bizler Atatürkcüler, Atatürk cumhuriyetcileri....Gerçek anlamda ve özde...


 Her cumhuriyet bayramından daha çoşkulu ve daha katılımcı kutlamalıyız .Atatürk cumhuriyetini her geçen gün yok etmeye çalışanlara , cumhuriyeti numaralandırmaya kalkışanlara karşı.

Bayramı kutlanan tek yönetim biçimi cumhuriyettir.Onun içindir ki en büyük bayram “Cumhuriyet Bayramıdır”.

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti:

Yok edilme tehlikesiyle ortaya çıkmış;tarih bilinçiyle çelikleşmiş,adını ve yazgısını değiştirmiş;enkaz üzerine kurulmuş bir halk devletidir.

Anadolu halkının,ülkeyi ele geçirmek isteyen yayılmacı,anamalcı,sömürgeci devletlere karşı başlattığı savaştaki hedefi tam bağımsızlıktı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğini bağımsız devletin yönetim şekli "Cumhuriyet"tir.

Halkla kaynaşıp bütünleşmenin,yönetimde ayrıcalıkların kaldırılmasının adıdır.

Bir yönetim devrimi olup Atatürk devrimlerinin temelidir.

Bağımsızlık ve laiklik temel ilke olduğu gibi çağdaş uygarlık hedeftir.

Özgürlükçü ve aydınlanmacı bir yönetsel yapılanmadır.

Türkiye Cumhuriyeti: Atatürk’ün deyimiyle” İlelebet Cumhuriyettir”.Bu görüş sevr özlemcilerinin,onu dayatmak isteyen küreselcilerin, gericinin ,yobazın, bağnazın korkulu düşüdür.

Laiklik karşıtı eylem ve söylemleri kanıtlanmış iktidarlarla cumhuriyet Bayramı kutlama durumunda olduğumuz unutulmamalıdır.

Oysa laiklik cumhuriyetimizin olmazsa olmazlarındandır.

Sonsuzluğa değin Atatürk cumhuriyeti,hep cumhuriyet diyorsak:Laikliğin çicekleri;halkın gönlünde ,halkın düşüncesinde ,halkın yaşantısında açana değin mücadele etmeliyiz.

Çağdaşlıkta, özgür düşüncede ,özgür vicdanlarda en güzel ürünler ancak devrimci cumhuriyette yaşanır.YAŞASIN ATATÜRK CUMHURİYETİ!

Arzu

21 Ekim 2010 Perşembe

AHMET TANER KIŞLALI

             



      21 ekim 1999  perşembe sıradan bir sonbahar sabahı.Bugün 21 ekim 2010 perşembe sıradan bir sonbahar sabahı değil.11 yıl önce o sabah hain pusudaki bomba Ahmet Taner kışlalı'yı aramızdan aldı.O yürekli, güzel bilim insanıydı.O ödün vermeyen Kemalistti.O inandığı değerler uğruna gözünü ve kalemini sakınmadan yazan yürekli bir gazeteciydi.11 yıldır her Cumhuriyet gazetemi açtığımda O'nun köşesini,yazılarını arıyorum ve özlüyorum.Kemalizmi yürekten savunmayı ondan öğrendim.Üniversitedeki öğrencilerine öğrettiği gibi biz okuyucularına çok şey öğretiyordu.90 lı yıllarda ABD nin Türkiye üzerinde oynadığı kirli oyunları tek tek yazdı.Bıkmadan usanmadan uyardı.Ve...bunun için öldürüldü...
    Saygıyla anıyorum ,Özlüyorum...
   Anısına ;çok etkilendiğim iki kitabı anımsatmak istedim...


BİR TÜRKÜN ÖLÜMÜ...

Tanıdığımda adı Nicole´dü.
Sevgisi uğruna, doğduğu toprakları, ailesini, alışkanlıklarını, sınırsız dostlarını bırakıp Türkiye´ye geldiğinde de adını değiştirmemişti. 25 yıllık geçmişi ile köprüleri atmış, ama adını ve dinini korumuştu...
Kışlalı soyadını alışının ikinci yılındaydı... Altınay´a hamileliğinin de son aylarında... Gözlerinden taşan bir mutlulukla kapıda karşılamıştı beni:
 Hem Türk, hem Müslüman olmak istiyorum... Ben Tanrı´ya inanırım. Senin Tanrın ile benimki farklı değil ki!.. Çocuklarımız iki toplum arasında kalmamalı. Ben de her şeyi seninle, onlarla ve bu toprakların insanlarıyla paylaşabilmeliyim.
Meğer yakın arkadaşlarımla birlikte müftüye gidip konuşmuş. İsmini bile seçmiş. Ama sabredememiş “sürpriz”inin sonuna kadar...
O gece “kelime-i şahadet”i sabırla ezberledi. Heyecandan uyuyamadı. Ertesi sabah müftünün yanından çıkarken, elinde artık “Nilgün Kışlalı” olduğunu kanıtlayan bir belge vardı.
Ankara Müftülüğü´nün mühürlü kağıdını anne ve babama göstermek için merdivenleri ikişer ikişer atlayarak çıkarken çok mutluydu. Çünkü bunun onlar için taşıdığı anlamı biliyordu.
Annemle babam ağlarken, O da gözyaşları içindeydi.
o Her zaman çalıştı.
Sekreterlik yaptı. Mağaza yönetti. Halkla ilişkiler sorumluluğu taşıdı. Protokol danışmanlığı üstlendi... Hem evde çalıştı, hem dışarda.
Yaptığı iş ne olursa olsun, çalışmaktan hep onur duydu... Her yaptığı işe yüreğini verdi. Hep başarılı oldu...
Kocası bakanken, 86 metrekarelik sosyal meskeninin bulunduğu binanın merdivenlerini sabunlu sularla silerdi...
Komşular hayretler içindeydi. Ama O bundan değil, ancak, gelen yabancı konukların Türklerin temizliği ile ilgili düşüncelerinden utanırdı.
Bütün insanları severdi. Ama O, artık “biz Türkler”den biriydi; “onlar”dan değil.
Ulusal günlerde pencereye bayrak asar; Altınay ile Dolunay´a, büyük bir heyecanla Atatürk´ün büyüklüğünü anlatmaya çalışırdı.
Dinsel geleneklere uymak için çaba gösterirdi.
Sorunu olduğunda, içi sıkıldığında Hacıbayram´a gider dua ederdi. Türkçe olarak, içinden geldiği gibi...
Ama benzer bir gereksinmeyi yurtdışında da duyduğunda, aynı rahatlık ve gönül huzuru ile güzel bir kiliseye gidip mum dikmekten de çekinmezdi... Ve duasını gene kendine göre yapardı. Çoğunlukla da Türkçe olarak.
Onun için din, inanç ve iyilik demekti.
Oruç tutar, kurban keser, herkesin yardımına koşardı...
Bir yurtdışı resmi gezi dönüşümde, her zamanki gibi uçağın merdivenlerinin ucundaydı. Güneş gözlükleri ile saklanmaya çalışılan kızarmış, şişkin gözler. Dudaklarında zorlama bir gülümseme.
“Ahmet boşanalım” dedi, “benim yüzümden senin siyasal kariyerini yıkacaklar!”
Meğer sağcı basın yokluğumda bir kampanya başlatmış.
"Kültür Bakanı´nın Hıristiyan karısı” neler yapmış neler... Koca bakanlığı Hıristiyanlık için kullanan O. Hatta müzelerdeki ikonaları çaldırtıp yurtdışına kaçırtan da O...
Evinde yabancı bir kültüre “teslim olmuş” bir Kültür Bakanı.
Sekiz sütun “haberler”... Ve zihnimden silinmeyen köşe yazılarından örnekler... “İkonalar ve Kokonalar”, “Madam Kislali”, daha niceleri...
Nilgün, bana saldırmak için niçin kendisini kullanmaya çalıştıklarını bir türlü anlayamıyordu... Türk ve Müslüman doğmuş olmak, bunları kendi istenci ile benimsemiş olmaktan daha mı önemliydi? Sevgi doluydu.
Çiçekleri, ağaçları, kelebekleri severdi... Kuşları, köpekleri, kedileri severdi... Çocukları, yaşlıları severdi... Tanrı´yı severdi, Atatürk´ü severdi...
“İnsan”ı severdi.
Bir hastanedeki umutsuz hastaları her gün ziyaret etmeyi; onları neşelendirmeyi, onlara umut dağıtmayı; paylaştığı acıları içine gömüp, gözyaşlarını eve saklamayı severdi.
Bakanlarla, büyükelçilerle, generallerle, çok ünlü yazarlarla, bilim adamları ile de arkadaştı... Kapıcılarla, bekçilerle, çaycılarla, şoförlerle, işçilerle, koruma polisleri ile de arkadaştı.
O bir “insan”dı...
28 yılını benimle paylaştığı için çok mutlu olduğum, kendimi şanslı saydığım, kendisiyle övündüğüm bir insan.
Piaf’ı ve Pavarotti´yi de beğenirdi, Sezen´i ve Gürses´i de.
Dev tenorun olağanüstü sesini, araba dağlardan geçerken, çok yüksek tonda dinlemekten hoşlanırdı. Ölüme yaklaştığımız dakikalarda ise, kasetçalardan süzülüp içimizde bir şeyleri titreten müziğin sözleri kulaklarımdan bir türlü gitmiyor:
"Yine mevsimler geçecek / Yine yapraklar düşecek / Giden sevgililer geri gelmeyecek...”
Nedense bana hiç söylememişti.
Türk bayrağı ile gömülmek istediğini ilk kez dostum Şahin Mengü´ye açmış. O “olamayacağını” ne kadar anlatmaya çalıştıysa da vazgeçmemiş. Başka dostlara da bu “rica”sını iletmiş...
Sevgili Mehmet Açıktan, tabutun bir kenarına bayrak eklemeyi başarmıştı... Nilgün toprağa verilirken, Altınay ile Dolunay, bir bayrağı da kefenin üzerine koymayı başardılar...
Fransız ana-babanın Bordolu Türk kızı şimdi Ankara´da yatıyor.
Ve de benim kalbimde...

Ahmet Taner Kışlalı



İki "insan"ın yaşamöyküsü....
Nilgün Kışlalı "Türk" dedi...
Ahmet Taner Kışlalı "Atatürk" dedi.
Bir Türk'ün ölümü...
İki Türk'ün ölümü...
Türklerin ölümü....
Ölüyorlar, öldürüyorlar, "Türk" dedikçe, "Atatürk" dedikçe...
Ve "Ölen ölür, kalan sağlar bizdendir" diyenler ürüyor...
Olsun...
Bu kitap, Kışlalı'ların geride bıraktıkları sevginin, doğallığın, insanlığın ve umudun izlerini yansıtıyor.
SITKI ULUÇ (Ahmet Taner Kışlalı'nın damadı)

Not: Bu kitap :Çıktığını duyduktan sonra beş yıl heryerde ardadığım bir kitap.Umudumu yitirmek üzere iken hiç ummadığım bir yerde ;İzmir Ankara karayolu üzerinde bir dinlenme tesislerindeki bir sergide buldum.En değerli kitaplarım arasındadır ,hayranım" İki Türk"'e...
Arzu Sarıyer


                            İKİ TÜRK'ÜN ÖLÜMÜ - ÖNSÖZ


Nilgün Kışlalı henüz benim kayınvalidem değilken ve olacağına ilişkin en ufak bir işaret yokken, Dolunay küçük bir çocukken, Ahmet Taner Kışlalı´yla sürekli hararetli siyasi tartışmalara girmekten ve tabii onun bilgi ve deneyimi karşısında silinip susmak zorunda kalmaktan sıkıldığım bir dönemde aklıma gelmişti: Nilgün Kışlalı´nın hayat hikayesi çok güzel bir araştırma konusu olabilirdi.

Sanıyorum on - on iki yıl kadar önce, kendisine bu düşüncemden söz etmiştim. Gülümsemiş, o güzel Türkçesiyle, “Ben de sana yardım ederim” demişti.

Aradan yıllar geçti. “Nilgün” isimli bir araştırma kitabının hazırlıklarını geniş ölçüde tamamlamış, ilk sayfaları bilgisayar hafızasına almıştım.

Gerek kalmadı.

Nilgün öldü.

Benim bir kitap dolusu ifadelerle anlatmaya çalışacağımı, Ahmet Taner Kışlalı, “Bir Türk´ün Ölümü” başlıklı makalesiyle Türkiye´ye yansıttı.

……..

Her şey çok hızlı yaşandı son yıllarda…

Prof. Kışlalı, “Nilgün´ün kitabını yazmalısın” diye ısrar ediyor, karısının kazadan önce bu amaçla aldığı notları ve kendi derlemelerini Brüksel´e yolluyordu.

“Söz vermiştin, bu kitabı yazmalısın…”

Nilgün´ü tanıyanlar, ölümünden sonra onun yaşamını konu alacak bir kitap yazmanın zorluklarını çok iyi tahmin edebilirler. O kitap, daha en baştan, eksik kalmaya mahkumdur. Fransa´nın güneybatı sahillerindeki köylerde yaptığım araştırmalar; elimdeki notlar, belgeler; yüzlerce yakının destek ve katkı sözleri de o kitabın hedefe ulaşmasını sağlayamaz bence...

……..

İsteksiz bir şekilde tekrar klavyenin başına oturmuştum ki, Temmuz 1999´da annemin ölüm haberi Brüksel´e geldi.

Acılı günlerde keyifli sohbet olur mu? Ahmet Taner Kışlalı´yla, Ankara’da, hüzün ve suskunluğun ağır bastığı bir gün geçirdik. Buna rağmen, ayrılırken, “Nilgün´ün kitabını unutma” demeyi ihmal etmedi, yine notlarını verdi.

Nereden bilebilirdim bunun son görüşmemiz olacağını?.. Nereden bilebilirdim, annemin cenazesinden birkaç ay sonra Profesör Kışlalı´yı toprağa vermek için Türkiye´ye tekrar gelmek durumunda kalacağımızı?..

……..

O´nu da öldürttüler…

Ve sırtımda bir “kitap yükü”… Kulaklarımda Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı´ların “Söz verdin” deyişleri…

Gözlerimde gülümsemeleri, gönlümde sevgileri…

Bir sürü iz…

Geride Altınay, Dolunay ve Nilhan var.

........

Dolunay´a anlattım:

Nilgün´ün kitabını, bir “araştırma” olarak hazırlayacaktım. O kitabın anlamı Nilgün´ün yaşama sevinci; o sevincin yansıması olacaktı.

Nilgün öldükten sonra, Ahmet Taner Kışlalı´nın isteğiyle ve katkılarıyla bir şeyler yazılabilirdi.

O da öldükten sonra, bu kadar hüzünle klavye başına oturan adam, Kışlalı´ların sevincini, sevgisini, coşkusunu, inancını yansıtamaz, paylaşamaz artık…

Bana öyle geliyor hâlâ…

……….

Bu kitap, bir zamanlar yazmak için büyük istek duyduğum “Nilgün´ün hikayesi” değil…

Bu kitap; cinayetlerin, ölümlerin getirdiği ayrılığın, parçalanmaların, yıkımların izini taşıyacak…

Bu kitap, sevgi dolu insanların, sevgisiz ve bilinçsizler tarafından katledilişinin hikayesine dönüşecek ve bir isyanla noktalanacak…

Okuyan ne düşünür bilmiyorum ama bu kitap beni üzecek, yoracak.

Karıma bunları söylediğim zaman babasıyla tartışmalarımı hatırlattı.

Kışlalı´yı susmakla, siyasete girmemekle, meydanları boş bırakmakla haksız yere eleştirdiğim oluyordu. Bence ondaki deneyim ve yetenekler, Türkiye´ye daha büyük kazanımlar sağlayacak boyuttaydı. (Zaten bu nedenle öldürüldü.)

Neticede, karımı kıramadım.

Bu kitabı, gördüğüm bir rüyadan sonra kaleme almaya başladığımı da itiraf etmeliyim. Yeri gelince o rüyayı anlatacağım.

………

Doğrusu benim başlangıçtaki arzum, Nilgün´ün kitabını Fransızca yazmak, onun muhteşem yaşam hikayesini ve maceralarını Fransızlara anlatmaktı. “Daha iyi anlarlar” düşüncesiyle değil, “bir Türk’ü tanısınlar” diye…

Kim bilir? Şimdilik o tasarım rafta kalsın.

……..

Aileyi tanımayan veya bu kitabı yıllar sonra elinde bulabilecek okuyuculara, “başrol” oyuncularını kısaca sunmak gerekiyor:

Nilgün Kışlalı, 1943 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde, Fransa’nın güneyinde doğmuş Nicole’dür. Olağanüstü bir Türk olarak, Türkiye’nin olağanüstü koşullarında yaşamış ve Karayolları Genel Müdürlüğü’nün ihmalinden kaynaklanan bir trafik cinayetine kurban gitmiştir. O’nun asil yaşam hikayesini ve nasıl bir “Türk” olduğunu satırlar aktıkça gözlemleyeceksiniz.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da, Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuştur. Banka memuru Hüseyin Hüsnü Bey’le ilkokul öğretmeni Lütfiye Hoca’nın çocuğudur. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olup Fransa’da doktorasını yapmış ve Nilgün’le evlenerek iki çocuk babası olmuştur. 70’li yılların sonunda, Ecevit hükümetinde Kültür Bakanlığı görevinde bulunmuş, daha sonra, gazetecilik ve eğitim alanlarında üstün başarılarıyla, yazdığı kitaplarla Türkiye’de ve yurtdışında tanınmış, beğenilmiş, sevilmiştir. Kışlalı, üçüncü çocuğunun doğumundan bir ay sonra, Türkiye’ye ve Türk insanına katkıları yüzünden, 21 Ekim 1999 sabahı, Ankara’da, İran’dan gelen emirleri yerine getiren kuklalar tarafından katledilmiştir.

Dolunay, Kışlalı’ların iki numaralı evlatları ve benim karımdır. Sevgisi, iradesi ve kemanıyla, zorla yaşamıma girmiş, hayatımı altüst etmiş, 1974 doğumlu bir gençtir. Muhteşemdir. 47 yıllık ömrümün son 10 yılında, kendimi onun “avcunun içindeki ekmek kırıntısı” gibi görerek, dünyanın en mutluları arasında yer buldum. O’nun, Tanrı tarafından bana lütuf olarak gönderilmiş bir melek olduğu düşüncem hiç değişmedi. Bu “şeytani meleğin” kişiliği hakkında da fikir edinecek, sonunda mutluluğumun boyutlarını anlayıp bana imrenecek ve şüphesiz, bir yandan da, “Allah kolaylık versin” diyeceksiniz.

Altınay, Dolunay’ın ablasıdır. O’nu anlamak ve anlatmak zor. Ama Kışlalı’ların yetiştirdikleri iki çocuğun kalitesini bilen bilmeyene söyledi zaten… Aynı anne ve babaları gibi, birbirinden çok farklı yapılarda ama birbirini tamamlayan iki kardeş… Biri gaz pedalı, biri fren!..

Ve bendeniz, arada “debreyaj”! Her vites değiştirmek isteyenin kuvvetli bir darbeyle en dibe doğru ittiği, külüstür bir araba debreyajı!

Ben, Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın eski bir “kardeşi”yim. O benim değerli “ağabeyim”... Sonra, (büyük maceralardan sonra) “damadı” oldum. “Dama atılacak damat!”

Aileye katılımım; daha önce ve daha sonra yaşanan kazalar, cinayetler ve büyük sorunlarla aynı oranda çalkantı yarattı. Ama benim neden olduğum darbe, sonu mutlu biten bir aşk hikayesi boyutunda kaldı. Bu hikayeyi de anlatacağım size...

Uzun yıllardan beri Batı Avrupa’da yaşayan, o tarafta tahsilden sonra gene o tarafta çalışan bir gazeteciyim. Roman yazmasını bilmem, bir-iki araştırma kitabım var. Mesleğimi çok severim. Dolunay ve diğer Kışlalı’lar hayatıma girinceye kadar da gazetecilik; kalbimde, ruhumda tüm yeri işgal etmiştir. (“Kim kimin hayatına girdi?” sorusunun yanıtını da, bu kitabı okurken, kendi değerlendirmelerinizle verebileceksiniz.)

Kitabın en başında şunu da belleğinizin bir yerlerine not edin lütfen: Yirmi yıllık gazeteciyim, on yıldır Anadolu Ajansı’nda çalışıyorum. Hani bazılarının “devlet ajansı” deyip geçtikleri, gazetecilerini “memur”gibi gördükleri Anadolu Ajansı... Benim gözümde, bugünün Türkiye’sinin en saygın, dürüst, güvenilir ve itibarlı basın kurumu... “Devletin” değil, “halkın” ve “Atatürk’ün” haber ajansı... Not etmenizi istediğim şu: Anadolu Ajansı’nda görev yapan bir “muhabir” olarak, bu kitabı yazarken bazen karşımda, bazen yanımda, cumhurbaşkanlarını, başbakanları, bakanları, milletvekillerini, müsteşarları ve “sorumlu” veya “sorumsuz” kişileri görüyorum. İnanın, ailem dışında en büyük gücüm, mesleğime, demokrasiye ve fikir özgürlüğüne olan inancımla, çalıştığım müessesenin saygınlığıdır.

“Susma, susarsan sıra sana gelecek” diyenlere inanıyorum.

Susmadan sıraya giriyorum.

.........

Bir çeşit tiyatro…

Hazırlıksız yakalanmış; rollerini hiç ezberlememiş; genelde şaşkın, sakar, beceriksiz aktörler… Kimisi başrol oyuncusu olmaya itilmiş, bir kısmı figüran… Ama hepsi doğal… İtildikleri sahnede saklanacak delik bulamayınca, “hodri meydan” deyip karşınıza çıkıyorlar.

Bir de seyircilikten ileri gidemeyenler var…

………

Bu kitap, ün için, ünvan için, para kazanmak için yazılmadı.

Bu kitap, Kışlalı’nın saygıdeğer öğrencileri için, çok sevdiği Türk insanı için, umutla kaleme alındı.

Bu kitap, “acıları değil, mutlulukları paylaşmak için” yazıldı.

Bu kitap, bazı insanların, fikirlerin ve gerçeklerin unutulmasını geciktirmek amacıyla yazıldı.

Bu kitap, Nilgün ve Ahmet Taner Kışlalı’nın anılarına; sadece benim değil, bütün sevenlerinin bir “vefa borcu” olarak yazıldı.

Sıtkı Uluç


http://www.anadolu.eu/Nilgun/ito.pdf

11 Ekim 2010 Pazartesi

FAKİR BAYKURT'U 11.ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ÖZLEMLE ANARKEN

Akçaköy  Fakir Baykurt'un Köyü

Akçaköy'de Fakir Baykurt'un annesinin adı Elif Ana Kütüphanesi

Fakir Baykurt'un yaşam öyküsü  kütüphane duvarlarında









Fakir Baykurt kitapları arasında dostum Ayşe

Kızım Özlen



FAKİR'İN KIYISINDA
Çok etkisinde kaldığım ,okunması için yıllarca önerdiğim KİTAP

    Burdur'lu ev kadını Birnur Şener, yaşamı boyunca Fakir Baykurt'a yazdığı ama gönderemediği mektupları,Baykurt'un son isteğini yerine getirmek için, "Fakir'in Kıyısında" adlı 294 sayfalık kitabında topladı.

Fakir Baykurt'un vasiyeti üzerine hazırlanan kitap, Baykurt'un ölümünden sonra, çevirmen-yazar Bertan Onaran ve Papirus Yayınevi Yayın Yönetmeni Oktay Şimşek'in katkılarıyla basıldı.
Birnur Şener TÜYAP Kitap Fuarında yapılan "Fakir'e Saygı" etkinliğinde yaptığı konuşmada, Fakir Baykurt'un kitaplarını okuyarak ve ona mektuplar yazarak geçirdiği yaşamını anlatıyor.
Fakir Baykurt ismiyle 8 yaşında tanıştıFakir Baykurt'un memleketi Burdur'da 1947'de doğan Birnur Şener, 8 yaşında, dişini çektirmeye götürüldüğü berber koltuğunda, çevresindeki büyüklerin "çok akıllı ve yürekli" bir yazardan söz etmesiyle Fakir Baykurt ismiyle tanışır. Şener o günü şöyle anlatıyor:
"Berbere gelen adamlardan biri 'Beni dinleyin Burdurumuz'un Akçaköyü'nden bir yazar çıkmış. Kitap yazıyormuş. Yazdıklarıyla ağalara beylere çatıyormuş. Çok akıllıymış. Kafası semaver gibiymiş' diyerek Fakir Baykurt'u anlattı."
Şener, Fakir Baykurt'a ilk mektubunu da o gün eve döner dönmez yazar. Arkadaşlarına da "Semaver kadar kafası varmış. Masallardaki develere benzer bir adam, elbet tüm ağaları, beyleri yener" diye Fakir Baykurt'u anlatır, ama arkadaşlarını bu sözlere inandıramaz.
Akşam eve gelen ağabeyi de "Yazarlar çok akıllı adamlar olur, herşeyi yazarlar" deyince, Şener düşündüklerine daha çok inanır.
Yazdıklarını okursam, ben de onun gibi akıllı olabilirim
Şener, o günlerde, "Fakir Baykur'u bir görsem, yazdıklarını bir okusam, ben de onun gibi akıllı olabilirim, ama kolay mı onu bulmak? Nerededir kim bilir?" diye düşündüğünü anlatıyor.
O günden sonra gittiği her yerde onun kitaplarını aradığını söyleyen Şener, "Paramız olsa alırız. Para hangi taşın altında duruyor? Hiç bilmiyorum" diyor.
Okulda arkadaşları defterlerine anılarını yazarken, eline geçirdiği boş kağıtlara Fakir Baykurt'a mektuplar yazdığını anlatan Şener, " Elimde adres yok. Adres olsa mektup atacak para yok, yazılıp atılmayan mektupları saklamak da çok zordu. Çantamda taşısam herkes görür, evde saklasam mutlaka anamım eline geçer " diyor.
Okumayı çok istemesine rağmen ilkokuldan sonra okula gönderilmediğini belirten Şener, "Anam kesin kararını verdi, 'kendini damdan atsan da okumayacaksın.!' Beş yaşında oturduğum halı tezgahından asla kurtulamadım" diyerek okuyamadığı için duyduğu üzüntüyü anlatıyor.
Kitaplar, polis yerine Birnur Şener'in eline geçince
Birnur Şener, 15 yaşında evlendirilir. Bir gün, ilçede görevli bir öğretmen, "Evimi ararlarsa bütün kitaplarımı götürürler" endişesini Birnur Şener'in eşine açacak ve şunu rica edecektir:
Kitaplarımı evinizde saklar mısınız?".
Şener'in eşi seve seve razı olur ve "Benim hanım okumayı çok sever, doya doya okusun" der.
Sonuçta, Şener'in eşi bir çanta dolusu kitabı eve getirir ve Birnur Şener, 19 yaşında Fakir Baykurt'un kitaplarıyla tanışır.
Şener, "O sıralar yazarımın tutuklandığını duydum. Sonra da Almanya'ya gittiğini. Çok ağladım, yurdumuzu yiyip bitirenler gerine gerine gezerken, hiç suçu olmayan yazarımı görme umudum kalmamıştı artık " diyerek o günkü umutsuzluğunu anlatıyor.
Baykurt'un tüm kitaplarını okudu .
Şener, eşi öldükten sonra çocuklarının üçünü de okutur. Eczacı olan oğlu, Fakir Baykurt'un tüm kitaplarını alır.
1997'ye kadar Fakir Baykurt'un tüm kitaplarını okuyan Şener, ona gönderemediği mektuplar yazar. 1997'de ise Fakir Baykurt'un Burdur'a gelerek öğretmenlere yönelik bir konuşma yapacağını öğrenir.
Şener, o günü şöyle anlatıyor:
Oğlum önce beni oraya götüreceğini söyledi, sonradan caydı. 'Anacığım sen öğretmen değilsin, oraya almazlarsa üzülürsün, hem benim toplantım var, sen eczaneyi bekle' deyip çıktı gitti. Akşama kadar eczanede müşterinin olmadığı anlarda oturup ağladım "
Dostluk, imza gününde başladı .
Akşam eczaneye gelen oğlu,Şener'e " Yarın Fakir Baykurt'un imza günü var, seni oraya mutlaka götüreceğim, üzülme " der.
O gün, "40 yıllık özlem bitecek"diyerek sabah erkenden işlerini bitiren Şener, birazdan bir bavul dolusu Fakir Baykurt kitabıyla yazarın önündedir. Birnur Şener, Baykurt'un "Bunların hepsini okudun mu" sorusunu "Sınava çek istersen" diye yanıtlar.
Şener o anı, "Boynuna sarılıp öpesim var ama çevremi saran utangaçlık yüzünden orada öpemedim . İki saat birlikte oturduk. Sonra onu konuğumuz olması için çağırdım" diyor. Böylece başlayan dostluk, Baykurt ölene dek sürer.
Baykurt'un son isteği :
Almanya'da yaşayan Fakir Baykurt, Türkiye ziyaretlerinde Birnur Şener'in Burdur'daki evinde misafir olur. Şener, "En son geldiklerinde 6 gün kaldılar. Ağzımdan çıkan her sözü not ederdi" diyor.
Şener, sonunda misafiri Fakir Baykurt'a 34 yıldır yazdığı, ama gönderemediği mektuplarını okur. Fakir Baykurt, duygulanmanın da ötesinde etkilenmiştir. Der ki:
"Bu mektuplar kitap olur, yayıncıma söyleyeceğim, onları basacak, sen otur temize çek."
Fakir Baykurt, daha sonra Almanya'ya döner ve yattığı hastanede yaşamını yitirir.
Daha sonra Birnur Şener, Baykurt'un cenazesi'nde, çevirmen Bertan Onaran ve Papirüs Yayınevi'nin Yayın Yönetmeni Oktay Şimşek'le tanışacak ve Fakir Baykurt'un son isteklerinden birini gerçekleştirmeye dönük ilk adımlar.
Şener, Fakir Baykurt'un yaşamına çok şey kattığını belirterek, "Onun kitapları olmasaydı kocasından rdayak yiyen, çocuklarını okutmayan, boş oturup zaman öldüren, yurdumuzu yiyip bitirenlerin önünde boyun eğen, onlara oy veren, belki de el etek öpen bir kadın olacaktım" diyor.
Şener, sözlerini "39 yaşında dul kaldım. Öğretmenimin kitaplarındaki yiğit kadınları kendime örnek aldım, çok çalıştım" diye sürdürüyor.
Birnur Şener, "Aklımın aydınlığı öğretmenim benim için ölmedi. Ne zaman özlesem açıp bir kitabını okuyorum. Yaşama dört elle sarılmak, ezilmeden ezmeden yaşamak için çabalıyorum"diyor.