27 Aralık 2010 Pazartesi

SIRADA NE VAR?...


27 Aralık 1919'da Dikmen sırtlarında Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e "Paşam seni Görmeye Geldik, bu Vatan Uğruna ölmeye Geldik" diyerek Cumhuriyetin Temelinde onlar vardı.Onlar gerçek,onlar  bir tarih Onlar ANKARA SEYMENLERİ..


   YASAK!....

 Atatürk'ün Ankara'ya gelişinin 91. yıldönümü kutlamalarındaki etkinlikler kapsamında yer alan "seğmen alayı yürüyüşü" yasaklandı.

Kutlamalara önceki gün başlayan Seymenler, Ankara Kulübü'ndeki sergi sırasında Ankara Valiliği'ne, yasak nedeniyle tepki gösterdi.
Atatürk’ün Milli Mücadeleyi başlatmak amacıyla Ankara’ya gelişinin 91. yılı bugün çeşitli etkinliklerle kutlanacak. Kutlamalar Atatürk’ün 1919 yılında Dikmen Keklikpınarı’nda Seymenler tarafından karşılandığı noktada başlayacak. Daha sonra her yıl düzenlenen Atatürk Koşusu yapılacak. Ancak kutlamalar kapsamında 1932 yılından bu yana her yıl yapılan Seymen Alayı yürüyüşü bu yıl yapılmayacak. Konuya ilişkin yasak Ankara Valiliği’nce 10 Aralık 2010 tarihinde yayımlanan genelgeyle getirildi. Genelgede, başkentte gerçekleştirilen milli ve mahalli kutlamaların icrasında “Ankara halkının günlük yaşamında herhangi bir mağduriyet yaratılmaması ve genel hayatı olumsuz etkilememesi hiç kuşku yoktur ki esas olandır” ifadesine yer verildi. Genelgede, milli, mahalli törenlerinin uygulaması sarasında ana caddelerde genel yaşamı olumsuz etkileyebilecek yaya ve motorize herhangi bir programın uygulamasının yapılamayacağı dile getirildi. Genelgeye göre, Ankara’nın ana caddelerinde yalnızca “Ulusal ve uluslararası nitelikte takvim ve programlara bağlanmış faaliyetlere” izin verilecek, bunun dışında “Gerekçesi ne olursa olsun hiçbir faaliyet programlara alınmayacak.”


Bu haberi ,aylar önce e postayla gelen bir öykü ve yorumu ile paylaşmak istiyorum...
https://groups.yahoo.com/neo/groups/zenecatr/conversations/messages/1104

Deve deyip geçmeyin, Kini çok derindir

İngiliz gazeteci, Sina'da karşılaştığı bir Bedevi'ye sorar:
"Sence lider kimdir?"
Bedevi;
"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim?"der.
Gazeteci;
"Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.
Bedevi anlatır;
"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü'nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki.
Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.
Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar.
Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırın alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.
Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır.
Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rüzgarın oluşturduğu kum sağanağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır.
Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:
“Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin?” der.
Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve;
“Peki, başını çadıra sokabilirsin.” diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.
Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır;
“Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.”
Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de 'Peki' der Bedevi.
Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır;
Efendi, ne olur,hörgücümü de çadıra sokmama izin ver..”
Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır.
Bu duruma, Bedevi’den önce, deve tepki gösterir;
“Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan.”
* * *
'Lider kimdir?' demiştiniz;
Bu hikâyeyi mesnet alarak cevap vereyim.
“Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır."
Atatürk'ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri'ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri'nin kırsala uzanan kollarını kopardı.
Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.
Sonraki lider Demirel; Menderes'ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.
Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider olan Ecevit, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.
Sonraki lider Turgut Özal; Zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.
Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokolünün liste başındaydılar.
Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgâr gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.
Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.
Recep Tayyip Erdoğan’la devenin hörgücüde artık çadırın içine girmiştir…

Özetle;
Atatürk'ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra yavaş yavaş girmesine izin verdiler.
İzin vermenin ötesinde teşvik ettiler.
Biz de Bedevi'nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:
1) Türkiye; '10Kasım 1938'den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 72 yıl geçirmiştir.
2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine “vurmak” üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.
3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye'nin milli eğitim politikası “teokratikleştirilmiştir” ve “teokratikleştirilmektedir”.
4) 29 Ekim 1923'te gerçekleştirilen 'devrim', bila fasıla tam 87 yıl süren bir “Karşı devrim” ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.
Son söz:

"Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir."
"Deve” deyip geçmeyin; kini çok derindir.
Sizi çadırın dışına atacak kadar.
* * *

12 yorum:

Newbahar dedi ki...

Yazının tamamını okuyunca ''Korkunç!'' dedim birden...

İstiklal Marşımızın ve Andımızın okullarda okunmaması bile gündeme düşmüşken sırayla şehirlerimizin ve en başta başkent Ankaramızın düşman işgalinden kurtuluş kutlamalarına el atacaklar. Bu kutlamalar elbet milletin Türklük damarlarını ateşleyecek.
Sonra resmi kutlamalara da el atacaklar belki. Gereksiz ve hayli masraflı hatta günlük hayatı etkilediğini öne sürerek onlarıda kaldıracaklar.

Sonra...Sonra...
Sonrasını gerçekten düşünmek bile istemiyorum.

Arzu Sarıyer dedi ki...

Ne yazık ki Newbahar'cığım.Yapay gündemlerle dikkatler başka yönde...Daha farkına ne zaman varılacak gerçeklerin bilemiyorum...

Mehmet Bilgehan Merki dedi ki...

Acı gerçekler bu kadar güzel anlatılamaz. Elinize sağlık.

Arzu Sarıyer dedi ki...

Teşekkürler Mehmet Bey.Lütfen diyorum lütfen herkes görsün,mutlaka yapılabilecek bir şeyleri yapsın,yapalım...

gülsen VAROL dedi ki...

Benim can dostum Arzum.. Tarih öğretmenim.. Yazını okuyunca her yerinde "helal olsun sana" dedim.. Doğruları saptırmadan olanca realitesi ile yazabildiğin için.. Bu, aynı zamanda tarihi de saptırmamak anlamına geldiği için sana gönül dolusuı teşekkürlerimi sunmak istedim.
Evet köy enstitülerinin kapatılması gibi içimde kalıcı olan bir yaraya parmak bastığın için... Ve menderesin anti- kemalizm düşüncesini dini siyasete alet ederek bir korkunç çığırın başlamasına sebep olduğunu yazdığın için..
Ve develeri meclise sokup dışarıda kalıp dışlanan, bir gün gelip ülke sınırları dışına itilecek insanları milleti uyardığın için.. SANA TEŞEKKÜR EDERİM MESLEKDAŞIM.

Yaşamın kıyısında dedi ki...

Sevgili Gökçe,
mükemmel açıklayıcı bir yazı olmuş, son hızla gittiğimiz yeri düşünmek bile istemiyorum. Çadırın dışına çıktık ve kum fırtınası durmak bilmiyor, kalemine sağlık.
Sevgiler...

UygarRadikal dedi ki...

Deve bizi çadırın dışına attı ama daha ölmedik. Ölmedik candan umut kesilmez.

Selamlar

Arzu Sarıyer dedi ki...

Teşekkürler Sevgili Öğretmenim.Tarihimiz yaman çelişkilerle dolu.Bu millet uyandırılmalı dendi,Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç hayatını bu uğurda verdi.Uyanan milletten korkan yarasalar kendi elleriyle kurduğu Köy enstitülerini kapattırdılar...Milletim yine derin uykularda,umarım tez uyanır...

Arzu Sarıyer dedi ki...

Teşekkürler Sevgili Yaşamın kıyısında.Tüm direncimizle fırtına karşısında dik durabilme zamanı...Sevgiler benden de.

Arzu Sarıyer dedi ki...

Kolay ölmüyoruz Sevgili dostum UygarRadikal.Umutlarımızı da öldürmeden yeşertmek gerek.Selamlar...

GÜVEN SERİN dedi ki...

Günü gün etme adına yetmiş yıllık serüven ve tekrarlanan iki bin yıllık senaryo... Tarih bozuk saat kadar sevilseydi günde iki kez doğru kabul edilseydi bile; kormuş olduğumuz ve kaybeddiğimiz devletlerin, insanların acısını duyar artık göçebeliğe nazikçe son verir sanatın, bilimin, gerçeğin ipine bırakmamasıya sarılırdık...

Öğrtemenim, yetmiş yıllık serüven harika bir macera tadında özetlenmiş. Marcera filimleri izlerken heyecanlanır insan! Ama bu film acı maceraların(talanın, yalalnın,kurnazlığın) hikayesini anlatıyor...

Arzu Sarıyer dedi ki...

Sevgili Güven; Avrupalıların 18.yy dillendirdikleri "Şark Meselesi" Sevr'le son noktaya gelinmişti.Bizler son vatan parçamız Anadolu'dan çıkarılacaktık.Atatürk'ün önderliğinde direndik ve kurtulduk.Sonsuz devletimizi kurduk.Bunu kabul edemiyen yayılmacı güçler ;dik durmayan liderleri emellerine göre, o ya da bu şekilde alet ettiler...Yeniden kurtuluş; ama nasıl? milletimizin karar vermesi gerekir.Amasya genelgesinde verdiği gibi...