9 Eylül 2011 Cuma

9 EYLÜL İZMİR

Bugün 9 Eylül; İzmir'in kurtuluşu aynı zamanda yurdumuzun kesin kurtuluşu.Bu güzel kurtuluş gününün yıl dönümünde İzmir'i selamlıyorum

   İzmir Gündoğdu Meydanında 9 Eylül 1922 den kareler fotoğraf sergisinden,iki yıl önce çektiğim fotoğraflar.



..."Izmir Sevdalısı" ,tiyatro sanat adamı ve yazar dostum Haluk Işık'ın "İzmir güzellemesi"ni paylaşıyorum. Çok uzun bir yazı biraz sabırla okuyabilirseniz,sabrınıza değeceğine inanıyorum...




Haluk IŞIK
Bir Kenti Sevme Dersleri


Çocukluğunun Çınarlı’sındasın. Mehpare Hanım Teyzelerin iğde ağacında bir yaz ikindisi, dallarında güneş. Komşu kadınlar kapı önünde toplanmış, her ikindi öyle yaparlar zaten. Bakkaldan dönüyorsun, arkadaşları görmüş oyuna dalmış, gecikmişsin. Kızıyor babaannen. Geciktiğinden dolayı değil, paketler sıyrılmış, filede yiyecekler görünüyor da ondan. “Ya bunları alamayacak kadar yoksul komşularımız, onların çocukları gördüyse? Sen nasıl olur da, bunu düşünemezsin!” diyor. Öğreniyorsun, böyle böyle büyür İzmir’in çocukları. Güneş, gidip sabun fabrikası duvarındaki sloganları yıkıyor. Giritli Nimet Teyze, yanına oturtup, “Şu İzmir’den Çekirdeksiz Nar Gelir” diyor ve henüz açılmış Altınyol’dan geçen otomobillerin gürültüsü, bastıramıyor hiçbir türküyü. Bir kenti sevmeye türkülerinden başlıyorsun.

“Bir kent neresinden sevilir
İnsanlarının gözbebeklerinden mi?
Islıklarından mı yoksa
Sabah kepenklerini açarken,
Ya da okula giderken
Kırlangıç sevinciyle?”

Yenimahalle İlkokulunda Ramazan Öğretmen, Sıdıka Rodop Ortaokulunda Beyhan Ülgen Öğretmen… Sen her öğretmende, onları arayacağını henüz bilmiyorsun. Kitaplar, trenler, Kocakıran Sineması, Mersinli’ye her bahar gelen cambazhane, ilk kez bindiğin troleybüs, 8 yaşında gördüğün Kordon, 9 yaşında gördüğün Fuar giriyor hayatına. Hayatına İzmir giriyor ve farkında olmasan da, sana hayatlar armağan ediyor. Sevdiğin her şeyi bir gün, Fuardaki o harikalar treniyle, dünyanın merak edilen her yerine götürmelere niyetleniyorsun…

“Dallara takılan uçurtmalarından
Sevilebilir mi bir kent?
Ne bileyim uyuklayan kedisinden
Denizinden, çiçeğinden sevilebilir mi?”

Halkapınar Atatürk Stadı, sanki bir masal devi senin için. Yan sahalarında Altay’ın antrenmanlarına gitmeden duramıyorsun. Bir gün Mustafa Denizli, “geç bakalım kaleye” diyor. Az önce çektiği şutla, top telleri aşmış, bir arabanın camlarını tuzla buz yapmıştı. Ama sana “şakadan” bir şut atıyor ve kurtarıyorsun! “Onun gibi şut atıp, Metin Oktay gibi gol kralı olacağımı, önce Yeşilova’nın antrenörü ‘Tatlı Mustafa’ Amcaya göstermeliyim” diyorsun ve bu bir çocukluk düşü olarak kalıyor. Yalnızca bu düşler değildi seni kitaplara, okumalara, yazmalara sürükleyen. Olmadık zamanda sel basan evler, başına tütün balyası düşüp ölen fabrika kızları, yoksulluğu “Ah bir ataş ver” türküleriyle, imbat kokulu kahkahalarla yenen İzmir insanlarıdır, seni kalem kağıt kardeşliğiyle besleyecek hayata sürükleyen. Bunu, şimdi İzmirli martıların telaşına bakarken, daha iyi anlıyorsun. Sana işini, aşını, sevme ve direnme gücünü bu kent verdi. O yüzden, göğsünü gere gere yazmalısın; “İzmir, iyi kalpli bir ev, ruhları kışkırtan bir bilgedir.” Artık öğrenmiş olmalısın, bu kenti sevmek, bunları bilmekten geçmektedir.
“Bir kent neresinden sevilir
Yaşanmasa yazık olur şiirinden mi?
Gara ulaşan treninden, çekilen hasretinden
Rakı içip türkü söylemesinden olabilir mi?”

Büyüyorsun, başında “İzmir’in Kavakları” esiyor. İzmir de büyüyor seninle. Sabahları derse yetişme telaşıyla, ayaküstü yediğin boyozun, yalnızca bu kente ait olduğunu öğrenmek seni heyecanlandırıyor örneğin. Öğrenildikçe büyürmüş kentler. Homeros’un hemşerisiymişsin, işe bak. Yalnızca o mu? Binlerce yıldır bu toprakların kaç düşünür, bilim insanı, sanatçı yetiştirdiğini öğrendikçe, kentine hayranlığın ve bağlılığın artıyor. İlyada’da bir İzmirli aramıştın, fakültede ödevindi. Meles’in Oğluna ve o çağların ateşlerini yakanlara selam göndermeyi unutma.

İzmir’in “büyük” hemşerisi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bilirim İzmirliler beni sever. Ben de onları pek severim…” diye başlayan sözlerini ilk okuduğunda, sanki saçlarını okşayıp sana sesleniyormuş gibi sevinmiştin. Kordon’daki müzeye seni ilk götürdüklerinde, yaşadığın duyguları, bilirim şimdi de anlatamazsın. İşgal yıllarını, o büyük direniş günlerini, o özgürlük ve bağımsızlık destanını ve 9 Eylülleri öğrendikçe, bu kent kalbinde nasıl bayraklaştı ve hala nasıl aynı coşkuyla eser, anımsa. Şiirini şöyle bitirmen ondandır belki;

“Bir 9 Eylül sabahında sormuştu
Bornova taraflarından
İzmir’e giren biri;
“Bir kent bu kadar sevilir mi?”
Şimdi yanıtı
Halkapınar Şehitliğinde,
Başucunda fısıldaşan
Fesleğenlerde gizli…”

Kalbine şiirler, öyküler, şarkılar armağan eden bir kentin var senin. Sana, kendini yazarak anlatma cesaretini, başka hangi kent verebilirdi? Belki o yüzden, kişisel tarihine inat, başka bir kente taşınmayı hiç düşünmedin. Niyetlendiğin zamanlar da oldu, ama koşarak geri döndüğünü anımsa. Alsancak Stadının yanında, şimdi ne zaman geçsen içini titreten Güzel Sanatlar Fakültesine adım attığın ilk gün, nasıl da teşekkür etmiştin hayata ve İzmir’e? Eşrefpaşa Alsancak arasında, çoğu kez yaya gidip gelirken, hiç yalnız kalmadın.

Aşık oldun sözgelimi –sözgelimi?-, karşılıksızdı. Yapayalnız olduğunu düşündün, oysa Attila İlhan yanındaydı. Bir İzmirlinin durumunu, bir İzmirliden başka kim anlayabilirdi ki zaten;

“gözlerin gözlerime değince
felaketim olur, ağlardım
beni sevmiyordun, bilirdim…”

Kimi zaman çocuklaşır, Damlacık yokuşundan koşarak inerdin. Ağzında Salah Birsel’den şıngırdak şiirler vardı. Yaşıt olsaydınız, belki aynı ortaokulda okurdunuz, üstat İzmir’de yaşarken. Düşünmesi bile güzeldi;

“Ah iç gıcıklayıcıdır sabahları yalel
Bir nağme uzanır davuldan Sepetçioğlu’na
İzmirlilerden üç akıllı iskemle atmış kordona
Zurna çalıyor Pasaport önünde zurna
Çocuklar ayak uydurmaya çalışıyor oyuna…”

Samim Kocagöz’ün “Alandaki Delikanlı”larıydınız sanki. Bir ülkeye dair düşleriniz, öngörüleriniz vardı delifişek. Şimdi arkadaşları düşünüyorsun o zamanlardan. Kimi öldü ecelsiz, kimi yaşarken ölüleşti. Şükran Kurdakul belki “Ağaçlar”da bunu senin için dillendirmişti, anımsa:

“Bilinmez biçimler çiziyor
Havada sesi
Kimi çiçeğe durdu
Güzellendi kimisi.
Çağları emziren toprak
Çöllenirken acıdan
Kimi kurudu kaldı
Ölümü yendi kimisi…”

Ne zaman için bunalsa, dönüp körfeze “İmbatla Dol Kalbim” diyorsan Tarık Dursun K. Ağabeyin deyişiyle, hayattan, ülkemizden ve kentimizden yana umudumuzun hala dimdik olmasındandır. Neylersin, kimi zaman hüzün de çöker, Necati Cumalı’nın kapısını çalarsın Urla’da. Seni üç satırlık bir iç döküş bekler;

“Aşktı görmedik bilmedikse
Kim bilir hangi Eylül bir daha
Hangi uzak Haziran…”

Havasından mıdır suyundan mı, sana ve hayata dair birçok şey, senden ve hayatından önce söylenmiştir bu kentte. Söz tarlası, imge denizi, söz imbiği midir bu kent? Ya doğurmuştur, ya beslemiştir, ya da konuk etmiştir. Kimleri? Önce şairleri… Hangisi aklına gelse, başın döner. Kimi unutulur zamanla, kimi kendini unutturur. Sen İzmirlisindir, unutmak örneğin Nahit Ulvi Akgün’e haksızlık olur, bilirsin:

“Sokaktan insanlar geçiyor
Benim aklımdan hep sen

Tam konuşacağım seninle
Kayboluyorsun”

Nazım Hikmet’ten “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim!” çığlığını alıp, yakana kıpkırmızı bir karanfil gibi takalı kaç yıl oldu sahi? Ya o romanda, büyük ozanın, iki metrekarelik bir barakada, kuduz olup olmama tedirginliğini yaşadığını okumanın üstünden kaç yıl geçti? Nazım İzmir’den geçti, belki de dün o barakanın önünden sen geçtin. Kim bilir?
“Deniz ve mehtap, sordular seni
Neredesin?”

“Bilmiyorum Dario Moreno. Sen bulabildin mi?” Yolun ne zaman Asansör Sokağına düşse –her sokağına ne kadar çok yolunu düşürdün bu kentin-, David Arugete’yi, yani “Bizim Dario”yu işitir gibi olup, hep bu yanıtı veriyorsun. Şarkılar, biraz da yanıtsızlıklardan doğar, artık biliyorsun. Dario Moreno, sahneye ilk çıktığı yerde sanki Konak İskelesinin üstünde, hayata Napolitenler söylüyor hala…

Kentin, hiç yalnız bırakmadı seni. Gün geldi bir Avni Anıl şarkısında Müzeyyen Senar oldu, körfezde güneşin adı. Dünyada eşi olmayan o güneş rengi gitti, Şeref Bigalı’nın fırçasına kondu. Turgut Pura yeni bir gözle yonttu taşı. Suat Taşer, incelikli insanlar bahçenin başköşesine oturdu. Ahmet Adnan Saygun, bir gün bu ülkenin en büyük sanat mekanlarından birine adının verileceğini bilmeden, notalar denizinden ezgiler derliyordu. “Adam” olasın, “İnsan” kalasın diye, bu kent harfler, boyalar, notalar sunuyordu sana.

Uşakızadeler’den Halit Ziya’nın, aileden İzmirli, Atatürk’ün eşi Latife Hanımın amcası, ünlü “Mai ve Siyah”ın yazarı Halit Ziya Uşaklıgil olduğunu öğrenmek, önemliydi senin için. Girit’te doğup bir İzmirli gibi yaşayan ve yine İzmir’de sonsuzluğa karışan Halikarnas Balıkçısı’yla (Cevat Şakir Kabaağaçlı) hemşeri olmak, ne heyecan vericiydi. Sen yıllar sonra onu, manevi oğlu Şadan Gökovalı ağabeyden dinleyecektin. Urlalı Yorgo Seferis’in memleketindendin yahu, daha ne olsun!

Urla dedim de, iskelede heykelini ilk gördüğünde, “Bu bir İzmir vefasıdır, saygısıdır.” demiştin. Tanju Okan, Tire’de doğmuş, yeryüzünü harika bir sesle dolaşıp, Urla’da bir öğle uykusundan sonsuz bir uykuya geçmişti. Bütün ölümler gibi, çok zamansız…

Sonra merak ediyordun, nereden geliyor bu kentin büyüsü? Ekrem Akurgal “hoca”, gidip senin yerine Bayraklıyı didik didik ediyordu. Bugün, şimdilik sekiz bin yaşındaymış bu harika kent. Yalnızca satır başlarını okumak bile başını döndürür. Bilge Umar’a gitmelisin ve daha birçok İzmir “kuyumcusuna”. İzmir Büyükşehir Belediyesinin, Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi de orada, hani gelip geçerken kulesine dair masallar kurduğun eski itfaiye binasında, bir kentin kocaman tarihi seni bekliyor.

Tam işte bunları yazarken, bir telefon geliyor; “İlhan Berk öldü!” Birden yine geriye düşüyor takvim. Yıllar öncesinin Salihli’si. Sen oyun yazarlığı dalında ödül almışsın, İlhan Berk’se “onur konuğu” olarak gelmiş, ilk tanışman o nedenle. Sonra dağlarda yürüyorsunuz, şiirin ulu çiçeği, seninle hayata, sanata, aşka dair konuşuyor. Ne onur!

“İzmir’e götürüyorum bu gülü
Sarı bir gülü…”

“Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” demişti. Sorarlarsa, “öldü” diyemezsin. “Dün dağlara dolaşmaya gitti, daha gelmedi, evde yok” desen olur mu? Güle güle Usta…

Niye bunca anı kırıntısı, niye bu denli ad, merak ediyor musun? Çünkü bir kent, insanlarıyla “kenttir” de ondan. Bir kenti sevmeye, insanlarından başlamalısın da ondan. Andıklarım, artık aramızda olmayanların bir kısmı sadece; hepsini yazmaya kalksam, ne sayfalar alır, kusura bakma, ne de belleğin. Ama “İzmirlilik” bir kültürdür ve kültürü insanlar yapar. Kent onu yoğurur ve yine insanlarına bir “yaşama biçimi” olarak sunar.

Binlerce yıllık bir alışverişten söz ediyorum. Bir insan ömrü, bu alışverişin nokta kadar bölümü demektir. Ama o nokta olmazsa, her şeyin sönüvereceğini bilmelisin. İzmir’de doğmamış olabilirsin, ama bu kentte yaşıyorsan, hatta on dakika sonra bir daha dönmemecesine gideceksen bile, bu sorumluluk boynundadır artık.

Bu ülkenin her kenti önemlidir, “kent şovenizmi yapıyor” derler mi bilmem, ama İzmir daha önemlidir.

Bu yayının amacı, 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşunun 86. Yıldönümünde, yarınlara doğru İzmir… 9 Eylül 1922 milat olmak üzere, öteki köşelerin yazarları, bugünden yarına bizi bir yolculuğa çıkaracak elbette. Gel biz seninle, insanından, kültüründen ve sanatından yola çıkarak bir İzmir yolculuğu yapalım.

Söyle bakalım, nedir sence İzmir’i bu denli önemli yapan?

Boyozu, kumrusu, buzlu bademi mi? Simite gevrek, domatese domat denmesi mi? Bu konuda çok yinelenen örneklerle sürdürelim. Mısıra darı, şartele asfalya, ay çekirdeğine çiğdem deriz. Her kentin, böylesi özel adlandırmaları vardır.

Pasaportu mu, Foça’sı mı, Karaburun’u, Gümüldür’ü ya da Dikili’si mi? Her kentin, nice güzel yeri vardır, yetmez. (Böbürlenmek gibi olmasın diye, listeyi uzatmadım, sen bunlarla yetin.)

Saat Kulesi önünde fotoğraf çektirmesi olabilir mi, İzmir’i özel yapan? Kordon’da yürüyüş yapması olabilir mi? “Rakı, balık, roka kenti” adlandırması da söz konusu olabilir mi? (Eh bu noktada, kıskananlar çatlasın diyelim mi?)

Hala arıyoruz birlikte, İzmir’i öteki kentlerden ayıran nedir sahi?

A dur! Anımsıyor musun, 12 Eylül sonrası günlerden birindeydi. Pasaport’ta o zamanlar deniz kıyısına kurulmuş çay bahçeleri, birahaneler vardı. Bin tasayla, birinde oturuyordun. Birden 1. Kordon’dan tanklar geçmeye başladı ve bir Allahın kulu İzmirli dönüp bakmamıştı. İzmir’in ve İzmirlinin ayırt edici özelliği, bu görece “rahatlık” olabilir mi?

Kötü anılardan söz etmeyelim istersen. Fuarımız olabilir mi, bizi farklı kılan? Evet, bak bu olabilir, ama yetmez.

Her okuduğunda gülüyorsun, ben de gülüyorum. “Şehir güzel, kızlar güzel. Jantlar neden güzel olmasın?” diye soran reklam sloganındaki o kendine özgülük, İzmir’i öteki kentlerden ayırt etmeye yeter mi?

Ayhan Işık (Çocukluğunda “Amcamdır” derdin. Yalandı elbet, ama inanırlardı!) İzmirlidir, Hüseyin Baradan, Ali Kocatepe, Onur Şenli ya da nam-ı diğer “Bay Agora Meyhanesi” de İzmirlidir diye “hava bassak”, öteki kentler, “Bizden de kimler çıktı” der mi? Elbette derler ve sonuna dek haklıdırlar.

Askere gidenler bilir, “İzmirli” diye çağrılanlar, garip bir ayrıcalık taşır. Tuhaftır, güzellik yarışmalarında İzmirli kızlar, sürekli derece alırlar. Evet, hatırlattığın iyi oldu, Sezen Aksu İzmirlidir. Ayfer Feray, Çolpan İlhan, Gönül Yazar (Başka bir kentten olmasına rağmen, İzmirlilikle övündüğüne dair söylenti var, bize ne?), Tan Sağtürk, Lale Oraloğlu, Yalçın Menteş gibi değişik dallardan insanlar, hep İzmir’den çıkmıştır. Ama her kentin, “ünlüsü” var, bu durumda soruya yanıt vermiş olamayız bence.

Muzaffer İzgü, Hüseyin Yurttaş, Hidayet Sayın, Hidayet Karakuş, Dinçer Sezgin, Yaşar Aksoy bizim kentimizde diyerek, bir ayrıcalığı hak eder miyiz? Olmaz mı, elbette! (Bak, beni çağını paylaştığın herkesi saymaya zorlama. Eksik bıraktığım her ad için, çok üzülürüm. Sen İzmirlisin, git kentinde senin için, Türkiye için, dünya için yazan, çizen, söyleyen, besteleyen, boyayan, yontan herkesi, zahmet olmazsa araştır. Ben zaten şimdiden, bana gönül koyacakların derdindeyim!)

Sözü uzattım, soru şuydu, İzmir’i farklı kılan nedir?
İşte sana kendimce yanıtlar;

Smira, Lesmira, Zmirra, İsmira, Samorna, Smurna, Smyrna… Sıralayıvermek kolay, İzmir, araştırdığında baş döndüren bir serüvenden sonra İZMİR olmuştur.

Biz, sanılanın aksine (bazı batı hayranlarının kulağı çınlasın), Antik dönemde de çok çalışkandık. Matematikten tıpa, felsefeden şehirciliğe, insanlığa ustalar armağan ettik. Merak edenleri al, Didim’den Bergama’ya bir yolculuğa çıkar. Sağlıktan ekonomiye, kimlermiş o çağların lokomotifi öğrensinler. Biz insanlığa örneğin Homeros’u armağan ettik. Ah evet, parayı bulmakla iyi mi ettik Sart’ta, ondan emin değilim.

Her zaman, bu toprakların doğunun en batısı, batının en doğusuyduk. Uygarlıklar, kavimler kapısıydık. Bizimle tanıştı, kaynaştı, paylaştı iki dünya elinde ne varsa.

Gün geldi, tarihin çanı vurdu. Çaka Bey, Ege’nin kıyısına ulaştı. Sonra Umur Bey, sonra yukarıda “Türk İzmir”, aşağıda “Hıristiyan İzmir” yılları geldi. Sonra Aydınoğulları, sonra Osmanoğulları, Sakız’dan gelenler, küçük bir kasabadan bir dünya kentine dönüşme, 1. Dünya Savaşının yitirilmesi, 15 Mayıs 1919’da işgal, Hasan Tahsin’in bir ulus adına ilk kurşunu, Kurtuluş Savaşı ve nihayet 9 Eylül… Başın döndü değil mi? Bu kuş uçuşu yapmaya çalıştım, dünyanın en güzel coğrafyası üstünde. Tarihi iyice bilmeden, sen nasıl İzmir’i sevebilirsin ki?

İlk “İktisat Kongresi” İzmir’de düzenlendi desem, bu senin için ne anlama gelir?

İlk Türk Kadını, “Ceza Avukatı” adlı oyunla, Mustafa Kemal’in isteğiyle, ilk kez İzmir’de sahneye çıktı, o kadının adı Bedia Muvahhit’ti desem, ne anlarsın?

Bu ülkeye gelen ilk tiyatrolar, operetler, baleler, yani geleneksel sanatlar dışı sanat örnekleri ilk kez İzmir’den ses verdi desem, bu kentin hak edilmesi gereken öncü kimliği ortaya çıkabilir mi?

Dünden bugüne, bu ülkeyi tehdit eden ne varsa, karşısında önce İzmir’i buldu desem?

Kubilay’ı katledenlere de, Atatürk’e suikast düzenleyenlere de, emperyalizme de faşizme de İzmir her zaman gereğince yanıt verdi desem, bu kentin “kimliği” anlaşılır mı?

“Çeşitliliğimiz renkliliğimizdir. İzmir’de yaşamak –nereden gelmiş olursak olalım- bu kentin kimliğini ütülü kolalı, şık ve sevecen, sorumlu ve duyarlı giymektir. O yüzden, biz çeşitliliğimizle övünürüz.” demenin, sence ne anlamı olabilir?

Eşrefpaşalılık delikanlılığımızı, Tariş’lerdeki emeğe saygımızı, Agora’da ya da Ege Mahallesinde bir romanın şarkısındaki yaşama sevincimizi, Hıdrellez ateşlerimizdeki hayata bağlılığımızı, Narlıdere’deki semahımızı, Güzelbahçe kahkahalarımızı bilmeyenler, özümsemeyenler, içselleştiremeyenler bunu nereden bilsin?

Bir Levanten hanımefendinin yakasındaki fesleğenin kokusunu, Oteller Sokağındaki gurbet hüznünü, Çiğli’deki uzun yollardan gelen türküyü, Gültepe evlerinde emeğin bebek uykusunu, vazgeçtim, Fuar Lozan kapısında Atatürk ile İnönü heykelindeki gülümseyen Kuvva-ı Milliyeyi algılayamıyorsan, sahi ne işin var senin İzmir’de? Hayır, beni yanlış anlama. Bunları anlayamazsan, İzmir sana yük olur. Kalkar, hakkında saçma sapan cümleler kurup, İzmir’i kendine benzetmeye çalışırsın, hayatın kepaze olur, hüsranlar yaşarsın diye söylüyorum.

Çünkü İzmir, belki aldırmaz görünür, ama tam kendime benzettim derken, seni “benzetiverir.” Hani “Havasına, insanına güvenilmez” diye tuhaf bir yakıştırma var ya, sende kanıtlanıverir diye uyarıyorum. Bunu göze almanı hiç ama hiç tavsiye etmem.

Haydi, gel sözlerimizi, yazdığın şiirden bölümlerle sürdürüp bağlayalım.
“Soluk alıp veriyor İzmir
Kaç kez söyledim içme diye
Yine İkiçeşmelik’te
Kızmış harcanmış günlerine
İzmir
Kimi kez
Şımartılmış bir sevgilidir…”
İzmir yürüyor. Bir zamanlar Konak Meydanındaki “Opera Binası” iskeletiyle dalga geçerdik, şimdi bizim Güzelyalı’da devasa “Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi” yükseliyor. Hiç merak etme, her sanat dalına eşit davranacak, hiçbir suistimale yer vermeyecek, iyi bir işletmecilik anlayışıyla, yalnızca İzmir’ine değil, ülkene ve dünyamıza hizmet verecek. Kuşkusuz, iş bittikten sonra, o işe dair ahkam kesenler, kendine görev biçenler ortaya çıkacak. Ama İzmir, yüzyılların verdiği deneyimle, bunlara burun kıvıracak. Çünkü orayı, kişisel, kurumsal bencillikle sahipleneceklere pabuç bırakmayacak. Yine de, ne “konu mankenleri” ortada dolaşacaktır, değil mi? Ne yapalım, Efes Antik Tiyatro açıldığında kimler neler yapmıştı kim bilir? Şimdilik gülümse, umut et. İzmir’e umut yakışır çünkü.

“Sen hangi zamanların artığısın
Ben kaçıncı hüzünlerden
Yalancı bir tanıktır Kemeraltı
Birlikte kaçtık kendimizden
İzmir
Çoğu kez
Nedensiz bir iç çekiştir…”
Sonra Havagazı Fabrikası var, yapımı sürüyor. Sanatın demokratikleşmesi adına güzel bir örnek olacak. Sahne ve görüntü sanatları dışındaki sanatlar, orada nefes alacak. Yıllarca kadük kalmıştı, şimdi yaşamsallık kazanıyor.

“Sen hangi zamanların artığısın
Ben kaçıncı hüzünlerden
Yalancı bir tanıktır Kemeraltı
Birlikte kaçtık kendimizden
İzmir
Çoğu kez
Nedensiz bir iç çekiştir…”
Her yerde salonlar kurulduğunu biliyor musun? Çok amaçlı deniyor onlara. Söyle, kentindeki sanat kurumları, oralara ait de düşler kursunlar, programlar yapsınlar. Tuhaf bir duygu, ama “Mekan yok” diyenlerin, bu mekanları nasıl değerlendireceklerini çok merak ediyorum.

Sar beni Kordelya, öp beni
Ben bir kalebendim
Körfezdeki balıklar kadar kalabalık
Bayraklı yolunda bir otobüs kadar yalnız
Karşıyaka kayınbiraderim olur
Ballıkuyu köyden yeni gelen baldız
İzmir
İş dönüşlerinin ılık teridir…”
Alsancak’taki tütün depoları, resmi ya da özel, kimilerinin elindeki ölü mekanlar, hepsi günü gelecek kültür ve sanat mekanları olacak. Efendim, kültür ve sanattan başka uğraşılacak alan yok mu? Bana bir belediye başkanımız için “Kültür Müdürü gibi çalışıyor” diyen tuhaflığı anımsattın. Yahu, o çoktan özür dilemişti, nereden çıktı bu söz? Biz İzmir’iz kardeşim, hem ticarette, hem kentleşmede, hem kültür ve sanatta hep öncü olacağız.
“Bu şarap ödünçtür
Benim canım ıslık çalmak ister
İzmir’in kafası daima bozuk
Bir kavga kopar ki her sabah
Alsancak’ın incecik topukları kırılır
Tilkilik nezarethanesi pek kokar
Basmane garında ihtiyar bir tren
Alır beni eski bir fotoğrafa götürür
İzmir,
Bir delikanlının
Dünyaya hayatı öğretmesidir…”
Seninle sayfalardır konuşuyorum.
Ayak bastığın her noktada, senden önce yaşamış bir İzmirlinin ayak izi vardır. Sen demiştin, “İzmir çocukları çabuk büyür.” Büyümüş olduğunu dilerim.

86 yıl geçti aradan. Boş vermişliğin, şımarıklığın, nasılsa birileri halleder avuntusuna sığınmanın hiç yeri değil.

Sonra yazık olur, ayıp olur onca söze, o sözleri söyleyen onca insana. Unutma, onlar bu sözler sana ulaştı diye, ömürlerini verdiler.
Ne iş yaparsan yap, ama biraz da kentin, biraz da ülken için yap.

Şiirler, romanlar, öyküler sensiz kalmasın. Onlar, sen onlarla ol diye yazıldı, unutma.

Başka bir İzmir yok, bunu da unutma.

İzmir’i sevmenin bedeli vardır, bu ülkeyi sevmenin de. Gün olur, senin değerin, bu bedele yakışıp yakışmadığınla ölçülebilir.

Hey İzmirli!

İzmir kültür ve sanatıyla var. Çağdaşlığı, demokratlığı, laikliği ile var ve var olacak. Yapılanlar eksikse sor, hatalıysa sor, olmamışsa sor. Ama sorular da doğru zamanda, doğru insanlara sorulur. Şimdi bu dertleşmeden kopya çekip, rol çalıp kendini öne atanlar olacaktır.

"Sen zamanında neredeydin” diye sor.

O sana “Sen de kimsin?” diye sormaya kalkarsa, yanıtın hazırdır. Güvenle söyle:

BEN İZMİRİM!

İZMİR BENİM!

9 Eylülün 86. yılı hepimize kutlu olsun.
Gözlerinden öperim.

EYLÜL 2008

 

4 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Duygulandıran, hoş bir paylaşım daha. Teşekkürler

Adsız dedi ki...

bir İzmir'li olarak çok beğendim, harikasınız, NİCE YILLARA İZMİR....
Berrin,

GÜVEN SERİN dedi ki...

İzmiri bende selamlıyorum öğretmenim. Ulusal Kurtuluş Savaşımız bir milletin kaderi; varoluşu adına çok şeyi anlatıyor. Haluk Beyi'in kaleminden çıkan duygu serpintilerine de teşekkür ediyorum.

Arzu dedi ki...

Teşekkürler Ali Zafer Bey...

***************

Berrin'ciğim hoşgeldin,sen de harikalar yaratıyorsun.Çok teşekkürler,çok sevindim senin cümleleri görünce.Selam ve sevgiler...

***************

İzmir'i selamlayabilmek ne büyük mutluluktur ;Güven sen bunu iyi bilenlerdensin.Ben de teşekkür ediyorum dostum...